10. stüdyo albümü Just Testing, benim için Wishbone Ash bir iskambil destesi gibi ortada ikiye kesildiğinde altta görünen kağıt gibidir.
Kadroda Martin Turner isminin son kez göründüğü albüm grup için de bir çeşit dönüm noktasıdır mutlaka. Elbette sadık dinleyicileri grubu her haliyle benimseyip dinlemiştir. Fakat benim için ne yazık ki durum bu şekilde değil. İlk 10 albümden sonrasını listemde çoğunlukla yer almıyor.
Just Testing albümünün içeriğine dönersek ilk yüzden Living Proof ve Helpless öne çıkan parçalar, Insomnia ise alışılmışın biraz dışında bir tada sahip.
İkinci yüzde ise Master Of Disguise ruhun tamamlayıcısı gibi parıldıyor. Gerçekten de yeni bir şeyler denendiği hissini bırakıyor albüm geneli. Böyle düşünüldüğünde ismiyle uyumlu bir içerik karşımıza çıkıyor.
1980 yılında ilerleyen zamanda konserlerin parça listelerinde de zaman zaman görünecek olan güzel sololarla süslü eğlenceli bir ses olarak bırakılmış Just Testing atmosferimize.
WISHBONE ASH
Andy Powell – Elektrik ve akustik gitar, vokal
Laurie Wisefield – Elektrik ve akustik gitar, geri vokal
Hollanda’dan grup çıkar mı demeyin. Ekseption, sanılanın
aksine,yaptığı müzik ile kendisini kısa sürede tanıtabilmeyi başardı. Grubun ilk
albümüne baktığımızda, şarkı isimlerinin tanıdık gözükmesi normaldir. Bunun
nedeni, grubun klasik müzik parçalarını jazz fusion-prog-senfonik bir
geçişgenlikte sunarak, dinleyicide adeta saydığım bu üç türden herhangi birini
sevmese bile, yarattıkları kompozisyondaki uyum sayesinde kendilerini bir şekilde
içlerine çekmeyi başarabilmekteler.
Grubun paylaştığım ilk albümü olan bu
albümün çıkışında dönemin Philips’inin katkısı yadsınamaz. Albümde kimlerin
bestesi yok ki; Beethoven,Brain Bennatt,Aram Khachaturian ve niceleri…
Albümü sıradan 60’ların progresif albümleri gibi bakmak
yanlış olur .Grup, sadece klasik müziğin topluma mal olmuş önemli bestelerini
sanki kendilerine aitmiş gibi bir hava içinde çalmaktalar. Albümde sadece Little X Plus
adlı parça grubun kendisine ait. Progresife ve caza dair aklınıza ne geliyorsa
bütün enstrumanları şarkılarda duyabilmek mümkün. Grubun en önemli
özelliklerinden bir tanesi, doğal olarak bahsettiğim gibi, parçaların klasik
müzik bestelerinden alındığı için, büyük bölümünün enstrumantal parçalardan
oluşması. İlk üç sonrasında oluşan eleman değişikliğinde çok kısada olsa sözlü
parçalar icra ettiler (1970-1972 arası).
Klasik müzikten haz etmeyen bireylere kendilerini sevdirecek
nitelikte çalışmaları var. Grubun ana elemanı Rick van der Linden’in grubun
müzikal anlamdaki çizgisinin oluşmasında etkisi tartışılamayacak nitelikte. Bir
dönem gruptan ayrılması ile grup içerisinde o kadar değişiklik
oluyor ki neredeyse dağılma noktasına bile geliyor. İllaki grubun yaptığı müziği
başka gruplarla lanse etme gerekirse, Crimson-Camel-Tull sevenlerin bakmasında
fayda var. Albüm o kadar hızlı akıyor ki, sanki rüyadaymışsınız hissiyatına
kapılabilirsiniz.
Yukarıda saydıklarımın dışında Beethoven ve Khachaturian
sevenlerin Ekseption’u beğeneceklerine inanıyorum (Bir Khachaturian dinleyicisi
olarak benim düşüncem bu yönde) Albümdeki sonu dance ile biten
parçalar, orjinaline nazaran daha vurgulu ve gerçekten dans etme isteği bile
oluşturmakta. Açılış parçası olan 5.senfonin klasik biçimde başlayıp, yer yer
senfonik öğelerle birleşerek şahane bir mash up deneyimi oluşturmuş. Grubun
diğer albümleri zamanla oluşan eleman değişikliklerinin etkisiyle, yer yer
düşüşler hissediliyor. Özellikle bu albüm dışında bundan sonra çıkan iki albümü
de edinmekte fayda var. En kısa zamanda o iki albümü paylaşmak umuduyla.
Psychedelic müzik ile jazz ne kadar iç içe geçebilir hiç düşündünüz mü? Üstüne üstlük birde filmlerdeki müzikal bölümlerin ve tiradların da içinde yer aldığını.. Gözlerini kapattığınızda, hele ki etrafınızda bir sürü kişi hareket halinde geziyorsa etrafınızda, kendinizi bir müzikal içinde hissetmeniz kaçınılmaz. Alışılmış psychedelic havanın ötesinde, liriklerin daha az yer bulduğu, iniş çıkışların fazla olduğu albümde genel psychedelic öğelerin world müzik öğeleriyle buluşması ayrı bir kompozisyon oluşturmakta. Albümü bitirdiğinizde başınızın dönme ihtimali çok yüksek, ingilizce tabirle ''high'' diyebileceğimiz konsepte sahip. Albümde progressif hava çok altlarda yer almakta, bunu şarkı geçişlerindeki tutarsızlıkla anlamak pek tabii ki mümkün. Özellikle albümün sonlarında space öğelerinin de şarkılara katılmasıyla, gerçek anlamda deneysel bir şölen içinde kendinizi bulabiliyorsunuz. Dinleyecek olanlara önerim, çakırkeyf vaziyetteyken etkisinin iki katına çıkması, bilginize :) İyi Dinlemeler
GONG Daevid Allen - Vokal,gitar Tim Blake - Syntheiser,vokal Didier Malherme - Saksofon,flüt Steve Hillage - Gitar Francis Moze - Bass,piyano Laurie Allan - Davul THE FLYING TEAPOT 1 - Radio Gnome Invisible 2 - Flying Teapot 3 - The Pot Head Pixies 4 - The Octave Doctors and the Crystal Machine 5 - Zero the Hero and the Witch's Spell 6 - Witch's Song/I Am Your Pussy
Space rock deyince haliyle Hawkwind'i anmamak olmaz.Liriksel anlamın dışında,müziksel konseptin içine şahane bir biçimde uzay öğelerini yedirerek,türünün öncüsü diyebileceğimiz albümlere imza atmışlardır.In Search of Space albümü ise bu türün başlangıcı olarak kabul etmek mümkün . Daha öncesinde Pink Floyd'un her ne kadar girişim denemeleri olsa da,space rock'ın vücut bulduğu albüm diyebiliriz.Liriklerin olabildiğince az,müziğin daha fazla öne çıktığı bu albümde klasik progresif öğelerin yanında,psychedelic hava yaratan space öğeleri albüm kompozisyonunun tamamlayıcı noktaları arasında.Türden haz etmeyenler olsa bile,60's-70's lerin bilim kurgu dizi ve filmlerinin atmosferini az da olsa hissetme ve anma şerefine nail olabilirler. Saksafon öğelerinin de bolca bulunduğu albüm,kanımca kült değerdedir.Grubun bu albümden sonraki albümleri keza daha farklı ve dolu konseptler barındırmakta lakin herşeyden önce pioneer dediğimiz türlerin oluşumunun ilk örnekleri dinlenmeden,türün ve grupların evrimi anlaşılamayacağı için bu tip yaklaşımları aktarmayı kendimce görev bilmekteyim.Albümde yer alan Silver Machine adlı parçada Lemmy vokal ve bas çalmakta.Daha sonraki 3 Hawkwind albümünün neredeyse tüm parçalarında vokal ve bass görevini sürdürmekte. Geçenlerde paylaştığım Sam Gopal albümünde dile getirdiğim Lemmy'nin gruptan ayrılıp,bassçı olma serüveninin başladığı yer tam olarak burası.Herşeyden önce Motörhead'in temellerinin atıldığı,müzik tarihin değişime geçeceği ilk adımlar.
İyi dinlemeler HAWKWIND Dave Brock - Vokal,gitar,harmonika Nik Turner - Saksafon,vokal,flüt Del Dettmar - Syntesizer Dave Anderson - Bass Terry Ollis - Davul,perküsyon Ian Kilmister(Lemmy) - Bass,vokal(Silver Machine) IN SEARCH OF SPACE 1 - You Shouldn't do That 2 - You Know,You're Only Dreaming 3 - Master of the Universe 4 - We Took the Wrong Step Years Ago 5 - Adjust Me 6 - Children of the Sun 7 - Seven By Seven 8 - Silver Machine 9 - Born to Go
İlk olarak, buradan herkese merhaba demek
istiyorum. Malumunuz, ilk yazım olduğundan dolayı böyle bir giriş yapmayı sorumlu
hissettim. Sam Gopal ismi bazılarımıza yabancı gelmeyecektir. Tek albümlerinin
bulunmasının yanı sıra, genel psychedelic müziği Jimi Hendrix tınılarıyla
etkileştirerek farklı bir konsept yaratmayı başardılar. Albümü
dinleyenlerde, 60’ların Mississippi vari blues esintilerini hissetmeleri
mümkün. Yukarıda bahsettiğim ismin yabancı gelmeme sebebi ise Motörhead’ten
tanıdığımız Lemmy’nin ilk yer aldığı gruplardan olması.
Daha sonra rivayete göre bass gitar çalabilmek için gruptan
ayrılma ihtiyacı duyuyor. Sonrası malum, grup resmi olarak sadece bu albümle
müzik hayatına veda ediyor. Lemmy bu albümde hem gitar çalıp, hem de vokal
yapıyor. Alışılmış vokalinin dışında Hendrix ve blues ezgileri sevenlere
önerebilirim. Grubun 90’lı yıllarda başka
müzisyenler ile yapılmış bir albümü daha mevcut aslında, fakat dinleme şansına
erişemedim.
Sam Gopal, genel olarak bu albümle bütünleştiği
için (Lemmy’nin etkisiyle) sonradan çıkardıkları albümün esamesi pek okunamadığı
ortada. Motörhead sevenler ya da Lemmy'i farklı bir şekilde dinlemek isteyenler için bir fırsat. Şimdilik Britanya üzerinden bir yolculuğa başladık, ileriki tanıtımlarda
başka coğrafya ve türlere doğru yönelmek dileğimle.
İyi dinlemeler
SAM GOPAL
Ian Willis(Lemmy) - Vokal,ritim,lead gitar
Roger D'Elia - Akustik, lead gitar
Phil Duke - Bass
ESCALATOR
1 - Cold Embrace
2 - Dark Road
3- The Sky is Burning
4 - You're alone Now
5 - Grass
6 - It's only love
7 - Escolator
8 - Angry Faces
9 - Midsummer Nights Dream
10 - Seasons of the Witch
11 - Yesterlove
12 - Horse
13 - Back Door Man
Bobby Caldwell kadroda olmasaydı sanırım bu albüm böyle güzel olmayacaktı. Davul gerçekten öne çıkacak kadar başarılı. Evet bence en belirgin özelliği buru. Üstelik bana göre Willy Daffern bu grubun daimi vokali değilse de Captain Beyond müziğine en yakışan ses. Yani tam isteyeceğim karışım Dawn Explosion, albüm kapağından itibaren müthiş enerjik.
Albümün ilk yüzünden özellikle Icarus oldukça nefis, ben hep ardına Fantasy eklerim. Bence gerçek sıralama da böyle olmalıydı.
Elbette tüm şarkılarda baslar coşmuş durumda.
Lee Dorman hem Iron Butterfly hem de Captain Beyond için büyük bir zenginlikti bence. Dinlerken ben de basları öne çıkaracak şekilde sesi değiştiririm hatta her seferinde.
Tabi dönem müziklerinin bir ayağı hep uzayda:) En az bir iki şarkıya yıldız tozları serpilmiş. Şu zaman bana biraz komik geliyor, absürd desen o hoşuma gidecek aslında. Ama bu şekli çiğ kalmış, sadece komik.
Toparlarsak 8 parçalık Dawn Explosion sözleri büyük yaratıcılık ya da derinlik eseri değil ama müziklerini severim. Vokalini davulunu, bas gitarını, Rhino sololarını.
Aralardan sonra DMC-12 ön koltuğundan 68'e doğru adımlarsak artık albümlere göre anlatım yapılacakmış. Deneyelim.
Genele bakarsak enerjisi oldukça yüksek bir albüm. Sözleri demek istemiyorum çünkü daha da güzeli hikaye tadındaki şarkılarla dinleyicinin hayal gücünü harekete geçiriyor. 2000 ve 2001 yıllarında yeniden paketlenirken içerisine eklenen bonus parçalar da ayrıca keyifli. Bu albümün ışıltısı hep Feelin' Alright? ve 40,000 Headmen üzerinde kalmıştır. Şahsen Feelin' Alright? sevdiğim bir Traffic şarkısı değil. Ön sıralardan Pearly Queen değişiktir ve artık kapanışa yakın bütüne oynamayarak albümün en güzeli bana göre No Time to Live olmuştur. Hem de sözler bu sefer genelin aksine sadeleşmişken.
Her şarkıda enstrüman konusunda ciddi bir zenginlik varolduğu için vokalin tatlı uyumu zaman zaman geri planda bile kalabiliyor.
Tekrarlı dinledikçe daha fazla ayrıntı yakalatan erken dönem ustalık eserlerinden bir albüm, meraklısına.
TRAFFIC
Steve Winwood / Vokal (2,4,7,9,10), Org (2,3,7,8), Piyano (5,6,9), Harpsichord (8), Gitar (1-4,7), Bass (1,2,5,6,9)
Dave Mason / Lead Gitar (3), Akustik Gitar (1,5,6), Armonika (2,3), Bass (8), Org (9), Vokal (1,3,5,6,8)
Şimdi The Moody Blues denildiğinde illa ki Nights In White Satin bir açılır, dinlenir, en azından mutlaka adı anılır. Kabaca araştırdım ikinci en sevilen şarkısına göre yaklaşık 5 kat daha fazla dinlenmiş.
Neyse ki On the Threshold of a Dream bu yazının konusu.
Konsept albüm deniliyor, şu günlerde rezalet örneklerine denk geliyorum açıkçası. Hatta ne yazık ki ateşli dinleyicileri içeriğin yetersizliğini kavrayamadıkları için eleştirilere "Bi kere bu konsept albüm! Daha ne olduğunu bile bilmeyenler yorum yapmasın!!" gibi güdük yanıtlar diziyor. Bence bu albüm şahane bir örnektir neyin ne olduğuna. Elbette öncesi de var ama şahsi favorim On the Threshold of a Dream kıtlıkta bile doyurucudur.
The Moody Blues, konsept etiketiyle gerçekten çok güzel albümler çıkarmıştır. Aslında artık yeni nesil listeler halinde dinliyorsak da albümleri, burda ön-arka fikirleri ayrıktır. İlk 6 şarkı başlangıçtır, aşktır, hayaldir, rüyadır ama arka yüz yola koyulur.
Gerçekten bir kapı açılır ve hikaye In the Beginning ile başlatılır. Sanki birden radyo açılır fonda bir müzik duyulur. Nerden seslendiği anlaşılmayan Lovely To See You. Ara sıcak mı ana yemek mi henüz çözememişken Dear Diary o kadar sakin sabit ve içeriğe uygun bir müzikle geliyor ki gerçekten bir günlüğün sayfalarını çevirmek gibi bıraktığı his. Anlatılanı usluca dinlemek düşüyor sadece.
Hayır Nights In White Satin güzel değil demiyorum ama peki Never Comes The Day çiçek değil mi? Ben bayılıyorum ve gerçekten nefis.
You know it's true,
We all know that it's true.
denilmiş zaten, fazla söze gerek bırakmadan.
Tembel bir günün ortasından büyülerin içerisine gayet kesintisiz bir geçiş.
Yenilerin eline yüzüne bulaştırdığı kısımlardan biri de bu galiba. The Dream ne kadar güzel bir tamamlayıcı fikrin içerisinde.
Part 1-2-3,...,n gibi dizilen serilere hep özel bir sempatim olmuştur Duydun mu? Duydum, duyuyorum, duyabilirim derken sona ve bıraktığı tatlı hisse ulaşıyoruz.
Güzeller güzeli bir The Moody Blues albümü On the Threshold of a Dream, keyifle dinleyeceklere sevgilerle.
THE MOODY BLUES
Justin Hayward / Akustik & Elektrik Gitar, Çello, Lead Vokal
Michael Pinder / Hammond, Piyano, Mellotron, Çello, Lead Vokal
Ray Thomas / Armonika, Flüt, Piccolo, Obua, Tamburine
Muhtemelen sıkı rocker'ların bile duymadığı / dinlemediği / farketmediği bir rock türevinden bahsedelim bugün. James Brown'ın Funk müziğinin Afrika geleneksel ezgileriyle birleştiğini, üstüne Jimi Hendrixvari, olabildiğince ağır fuzz ve wah wah kullanılan acid gitarın eklendiğini, en sonunda da bunun psychedelic ile aynı yatağa girdiğini düşünün... Heh, işte bu türün adı Zamrock! Zambia'da türeyip gelişen ve dünyaya açılan bir afrobeat etkileşimidir Zamrock. Geleneksel Afrika ezgileri, ritimleri ve müzik aletleri modern müzik aletleriyle birlikte kullanılır. Afrika'ya ait o mistik hava, o insanı sanrılarla dolu yolculuklara çıkaran davul sesleri, genizden ve garip çığlıklarla süslenen otantik vokaller.. hepsini bu türün içerisinde bulmak mümkün.
Türün en önemli müzisyenlerinden Rikki Illilonga'nın grubu Musi-O-Tunya kısa ömürlü bir proje. Sadece 2 albüm çıkarabilmişler ama türün en önemlilerinden olmayı başarabilmişler aynı zamanda. Kenya'nın başkenti Nairobi'de ve sadece 1 gün içerisinde kaydedilen Wings of Africa albümü türün tüm özelliklerini bir arada göstermesi açısından da önemli bir albümdür. Yukarıda bahsettiğimiz tüm acid, psychedelic, Afrika gelenekseli, afrobeat, funk ve diğerleri albümde fazlasıyla mevcuttur.
Albüme adını veren ilk parça sanki Afrika'ya ve zamrock'a giriş parçasıdır. Bir yanda otantik Afrika davulları çalarken diğer yandan batı tarzı rock davulunu duyarsınız. Aralarda afro ritimlere ve funk'a saygı duruşu niteliğindeki soprano saksofonla mest olursunuz. Parça kendi içinde biraz 'sarkıyor' izlenimi bırakır insanın üzerinde ama bu sadece afro kökeninden kaynaklanmaktadır.
İkinci sıradaki Dark Sunrise tam bir acid tribi havasındadır. Ağır gitarlar, düşük mood, can yakan vokal.. Sanırsınız ki The Grateful Dead Afrika'da albüm kaydetmiş.
Mpondolo ve Walk & Fight diğer etkileyici parçalar. Tek tek yorumlamaya kalkmak biraz garip olacak bu albüm için. Zira alışkın olmadığımız bir türün içerisinde yer alıyor. Değerini ya da farklılığını anlamak için birkaç dinleme yapmak gerekiyor mutlaka. Bu arada albümdeki en kısa parçanın 5:50 süreye sahip olduğunu da belirtelim.
MUSI-O-TUNYA
Derick Mbao / Lead Vokal, Bass & Kalimba
Rikki Ililonga / Lead Gitar, Vokal
Alex Kunda / Rock Davul, Vokal
Siliya Lungu / Afrika Davulları, Vokal
Kenny Chernoff / Soprano Saksofon
John Bobby Otieno / Ritim Gitar
Njenga / Trompet
WINGS OF AFRICA
1 - The Wings Of Africa (7:10)
2 - Dark Sunrise (8:32)
3 - The Sun (6:18)
4 - Mpondolo (8:00)
5 - Walk & Flight (8:00)
6 - One Reply (5:50)
Bazen bir yerlerden bir ezgi gelir kulağınıza: tanıdık, bildik bir tınısı vardır ama bir türlü çıkaramazsınız nereden bildiğinizi, nereden duyduğunuzu... Kimi gruplar için bu durum aslında çok da güzel değildir. Özgünlükten yoksun olma gibi bir algı uyandırabilir. Kimi nadir gruplar ise bu aşinalık hissi ile daha da bir yakınlaştırır sizi kendisine, Daha bir derine nüfus eder çünkü sizinle uzun zamandır varlarmış gibidirler. Sanki o melodi ile uyumuşsunuzdur gecelerce, sabah alarmı için o albümden bir parça seçmişsinizdir de bir sürü his sinmiştir ses hafızanıza.... İşte Agememnon'u ilk dinlediğimde bunu yaşadım ben. Yeni tanıştığınız birini yıllardır tanıyormuş hissi gibi...
Grubun orijini hakkında kesin bir bilgiye sahip değilim kimi sitelerde İsviçreli oldukları söyleniyor, kimilerinde ise Alman oldukları yazıyor. Bana sorarsanız adamlar İsviçreli (Alman aksanına benzetemedim ingilizcelerini), bilemedim.... Çok da önemli değil bence, aynı evrenin dünyada bilinç kazanmış tozlarıyız en nihayetinde. Hem ayrışmanın bu kadar çok olduğu bir dönemde böyle bir sınıflandırmayı yapmamış olmak bir şey de eksiltmez kimseden, Elmalığımız bakidir, baki kalacaktır. Elmalığı sizden öğrenecek değiliz!. Bırakalım bu işleri... Dinleyelim müziğimizi nefes almak için...
Albüm 1981 yılında yayınlanmış, grubun yayınlanmış tek albümü de bu zaten ( Keşke daha fazla olsaydı demeden edemiyorum). Hernekadar 80li yıllarda yayınlanmış olsa da albüm tamamen 70liyılların ruhuyla kanat çırpmakta. iki uzun parçadan oluşan albümün ilk yüzünde yer alan parçada - part 1- klavyeler özellikle çok lezzetli, kozmik semfonik devingen köşeleri ustalıkla şekillendirilmiş bir yapıya sahip. Akustik başlangıçtan sonra gelen, o iç yakan tonuyla klaveyi ne güzel de yerli yerinde işlemişler parçaya....ahhhh yazarken bir taraftan da dinliyorum. içim cızladı.....
Minotaurus, Epidaurus, Eloy, Pink Floyd...Hepsine de benziyor grup ama kendilerine has bir kokuları da yok değil hani...dinleyin derim. hatta dinledikten sonra düşüncelerinizi de yazarsanız çok sevinirim acaba bende mi oldu bu ''tanıdık'' gelme hissiyatı sadece diye merak ediyorum.
Agememnonun kahramanlıklarını anlatıyormuş sözler... çok da lülü diyip gözlerimi kapatıyorum...ilk parçanın ortalarında duyduğumuz kadın back vokalin ismini bulamadım -Annie Haslam'a da benziyor accık, o değildir kesin- ama grubun diğer elemanları aşağıda:
PART I&II
1. Agamemnon's Youth - Agamemnon, King of Mykene 19:45
John Fogerty'nin bitmek tükenmek bilmez enerjisinin gruba yansıması, elemanların müzik konusundaki yeteneği ve ilk iki albümün başarısından olsa gerek CCR 1969 yılı içerisinde 2. ve 3. albümü kaydeder. Green River bu dönemin ikinci albümüdür. Albümde yer alan iki parça Bad Moon Rising ve Green River CCR'ın en önemli hitlerindendir.
Doug Clifford 2013'te verdiği bir röportajda yerel grupları izlemeye gittiklerini, grupların alkol ve uyuşturucuya bağlanan berbat durumlarını gördükten sonra alkol ve uyuşturucudan uzak durmaya karar verdiklerini ve ya müzikte en üst noktaya çıkacaklarına ya da bu işi bırakacaklarına karar verdiklerini anlatır. Green River'ın öncesine tarihlenen bu durum albümün yükselen kalitesinin hikayesidir bir bakıma.
Hareketli ve eğlenceli sayılabilecek yapısıyla Green River albüme iyi başlangıç yapmanızı sağlar. Tek düze gibi görünün ama kendi içindeki devinimi bu tekdüze görünüm altında sunan bir parçadır.
Green River biter ama hareketlilik bitmez ve ikinci parça Commotion ile devam eder. Parça içindeki bass'lara ve gitara dikkat etmenizi öneririm. Harala gürele içerisinde genellikle farkına varılmaz ama son derecede başarılıdırlar. Ayrıca Commotion'ın Green River 45'liğinin B yüzünde yer aldığını belirtmekte de fayda var.
Üçüncü parça Tombstone Shadow'da tempo yarı yarıya düşer ve artık albümün derinliklerine girmeye başlarsınız. Blues gitarı alt yapıda sürekli gidip gelirken Swamp tadı içinize işler. Bass ve davul ön planda değildir hiç, hatta sadece ikisine odaklanırsanız sıkıcı bile gelir. Vokalden gelen ses her ikisini de bütünler ve yavan olmaktan çıkarır. Tahminen John Fogerty buluşudur bu da.
Wrote A Song Everyone albümün en uzun parçasıdır ve balad havasında ilerler. Gözlerinizi kapatıp dinlediğinizde yazın ortasında çöl gibi bir yerde kulübenizin önüne oturmuş, gün batımına bakarak yalnızlığın keyfini çıkarıyormuşsunuz izlenimi yaratır insanda. Halbuki şarkının sözleriyle bu durumun hiç alakası da yoktur.
B yüzünün ilk, albümün 5.parçası Bad Moon Rising benim en sevdiğim CCR parçalarından biridir. Kalıpların içinde kalan gidişatı, hey dostlar banjomuzu aldık hadi nehre açılalım kafası ritimleriyle keyif verir.
Lodi, albümden çıkan ilk 45'lik Bad Moon Rising'in B yüzünde de yer alır. Dinlediğinizde pek kayda değer bir parça gibi gelmez. Arada bazı atraksiyonlarla parça canlanır gibi olur ama anında eski düzenine geri döner.
"Yeah cowboy, ride your horse" tadında bir gidişatı olan Cross-Tie Walker inişli çıkışlı bölümleriyle etkiler. Blues gitarı ön plana çıkarak parçayı hareketlendirir. Parçanın bence tek eksiği fade-out (azalarak) ile bitmesidir. Daha kesin ve keskin bir bitiş etkisini daha da artırabilirdi.
Albümün 8.parçası Sinister Purpose Fogerty vokalini öne çıkaran bir yapıdadır. John sustuğunda ise gitar, bass, davul kendiliğinden öne çıkarak parça içi değişiklikleri sağlarlar.
The Night Time Is The Right Time albümün tek cover parçasıdır. 1957 yılında Nappy Brown tarafından kaydedilmiş bir rhythm&blues şarkısıdır ve 1958'de Ray Charles, 1983'te de James Brown tarafından coverlanmıştır. Temelde güzel parçadır ama bu albümün sonuna hiç gitmemiştir kişisel fikrim olarak.
Green River albüm olarak Billboard Magazine'in R&B Albums listesinde 26.sırada, Billboard 200 listesinde 1 numarada, dönemin bir diğer etkili dergisi RPM'in Top Albums listesinde de 2 numarada yer almıştır. 2 ayrı 45'lik olarak yayınlanan Bad Moon Rising ve Green River'ın her ikisi de Billboard Hot 100 listesinde 2 numaraya kadar yükselmiştir.
CREEDENCE CLEARWATER REVIVAL
John Fogerty / Lead Gitar, Lead ve Back Vokal, Piyano, Klavye, Armonika
İlk albümün başarısının getirisi olarak 1968 yılında hızla ama etkileyici bir güzellikte kaydedilen Bayou Country, CCR'ın müzik dünyasındaki yerini sağlamlaştırırken diğer yandan Swamp Rock'ın daha görünür hale gelmesini de sağlaması açısından önemlidir. Swamp rock ayrımı ilk albüme oranla bu albümde kendini daha fazla hissettirir. Mississippi deltasında hayata geçen delta blues'un ardılı olarak da Swamp (bataklık) rock adını alması da espirili ve kaçınılmazdır.
Bayou Country'den çıkan Proud Mary 45'liği Billboard Hot 100 listesinde 2 numaraya tırmanır, Avrupa'da tüm listelerde ilk 10 içerisinde yer alır. Proud Mary'nin başarısı gelecekte de devam edecek, başta Tina Turner olmak üzere birçok müzisyen ya da grup tarafından cover'lanacaktır. Parça o kadar etkilidir ki (popülerlik anlamında elbette) Bob Dylan bile 69 yılında Billboard Magazine'e verdiği bir röportajda "bu yılki favori parçam" açıklamasını yapar.
İlk parça Born On The Bayou Fogerty'nin yıllar sonra verdiği bir röportajda da belirttiği gibi tam anlamıyla bir Swamp Rock parçasıdır. Yapısı itibariyle de Southern Blues'a fena halde yaklaşmaktadır. Albümden sonra CCR'ın hemen hemen tüm konserlerinin açılış parçası olan Born On The Bayou ile ilgili ilginç hikaye ise parça kayıtları bittikten sonra John'un parçada kullandığı gitarının arabasından çalınmış olmasıdır.
İkinci sıradaki Bootleg kendi halinde, sade, belirli sınırlar içinde gidip gelen ama kendi standartlarına sahip bir parçadır.
Bu güne dek dinlediğim içinden Tren geçen tüm şarkılarda olduğu gibi Graveyard Train de aynı yapısal bütünlüğe sahip; standart ve sabit ritim üzeri farklı aletler ve etkili vokal. Eh tren geçiyorsa içinden elbette tekerlerin ray aralıklarında çıkardıkları tek düze ve sabit ses esas alınacaktır. John Fogerty'nin armonikası parçanın dikkat edilmesi gereken unsuru.
Bize göre 4., plağa göre B yüzünün ilk parçası Little Richard tarafından ünlendirilen Good Golly Miss Molly. Parçanın sözlerinde ufak John Fogerty oynamaları mevcut. İnsanı rock'n roll ruhuna döndüren bir parçadır ayrıca kendisi. Gitar sololarıyla ve Fogerty vokali ile Little Richard etkisinden kurtulabilmiştir.
Kısa ama yırtıcı gitar introsuyla başlayan Penthouse Pauper baştan sona Gitar vs. Fogerty modunda ilerler. İkisinin birleşimi de insanı sıkılmış bez gibi burarak lavaboya fırlatır. Neyse ki kendinize gelmek için ihtiyacınız olan şey bir sonraki parçada mevcuttur.
Proud Mary ile ilgili yukarıda söylediklerimize ek olarak aslında aman aman bir parça olmadığını ama popüler olabilecek bir yapıya sahip olduğu için hemen herkes tarafından beğenilme niteliğine sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki parça sonrası müzik tarihi bu savı kanıtlamıştır.
Ve albümün son parçası Keep On Chooglin' içerdiği cinsel imalar, dipten ve derinden gelen John Fogerty çığlıkları ve melodik yapısıyla hem başarılı olmuş hem de CCR'ın konser kapanış şarkısı olarak kullanılmıştır. Muhteşem bir parça değildir ama albüm kapanışını doğru şekilde yapmayı başarmış bir parçadır diyebiliriz.
Sıkıcılıktan fena halde uzak, Swamp Rock'ı hakkıyla işleyen, kaliteli ve etkileyici bir albümdür.
Kişisel olarak Rock tarihinin en sevdiğim isimlerinden birine sahip olan bir grubun en sevdiklerimden biri olması da ayrıca takdire şayan bir durum. İki birader John ve Tom Fogerty ile ikisinin aynı okuldan arkadaşları Stu Cook ve Doug Clifford'la kurdukları grup ilk dönem The Blue Velvets ikinci dönem The Golliwogs adıyla bilinir. 1967 yılı sonlarındaysa Creedence Clearwater Revival adını alır. İsim Tom'un arkadaşı olan Credence Newball (ikinci bir e harfi eklenir), Olympia Bira'nın TV reklamlarında çıkan sloganı "Clear Water" ve Delta Blues hayranı grup elemanlarının müziği ve gruplarını yenileme fikrinden ortaya çıkar. Anlatılana göre Stu Cook bu isme epeyce güler ve isim hakkında "Bu isim Buffalo Springfield ve Jefferson Airplane'den bile daha tuhaf" der ve isim kabul görür. Ama uzun bir isim olduğu için de sıklıkla Creedence ya da CCR olarak bilinirler.
1961-67 yılları arasında The Blue Velvets ve The Golliwogs isimleriyle 11 tane 45'lik yayınlayan grup 1967 yılı sonlarında ilk albümlerini kaydetmeye başlar. 68 Şubat'ında kayıtları biten albüm 5 Temmuz 1968'de yayınlanır. 8 parçadan oluşan albümde 3 parça hariç hepsi John Fogerty'e aittir. Albümün son parçası da Tom ve John tarafından yazılmıştır.
Blues rock'dan Southern rock'a, Acid'den Psychedelic'e geniş bir alanda akan albüm daha sonra sıklıkla söz edileceği üzere Swamp Rock türüne girmektedir.
Açılış parçası blues'un çirkin devi Screamin' Jay Hawkins'in 1956'da yayınladığı I Put A Spell On You'dur. Grup bu parçada büyülü bir ortam yaratır. Her şey yerli yerindedir ve hikaye baştan sona kendi kendine akar. John'un içe işleyen vokali ve büyülü sözler misali ortalıkta dolanan gitarı, Tom'un ritimleri, Cook'un bass gitarı ve Clifford'un sürekli güçlenen davulu, hepsi ön plandadır. Hawkins ve Nina Simone versiyonlarıyla karşılaştırıldığında onlardan aşağı kalmayan ve kendi adıma ikisinden de daha iyi olan bir yorumdur bu.
İkinci sıradaki parça The Working Man kendinden önceki ve sonraki parça gibi olamasa da ikisi arasında geçişi sağlayabilmektedir. Sözleri itibariyle de blues'a daha yakın durur.
Dale Hawkins tarafından yazılmış ve söylenmişse de (hatta The Rolling Stones tarafından cover'lanmış olsa da) CCR'ın üzerine yapışan ve yakışan Susie Q gelir üçüncü sırada. Listelerde anında 11 numaraya yükselir. Albümün en uzun parçası, yayınlandığı dönemin de en uzun parçalarından biridir. 2-3 dakikalık şarkılara alışkın olan herkesi şaşırtır ve büyüler. John'un Susie Q diye bağırışları / yakarışları insanın içini delip geçer.
Steve Cropper ve Wilson Pickett tarafından yazılan ve albümdeki son cover parça Ninty-nine and a half (Won't Do) plağın B yüzünün ilk parçasıdır. Sonlara kadar sakin ve sabit bir yapıda giden parça sonlarda zıvanadan çıkar ama küt diye de biter.
Klasik blues gitarıyla başlayan Get Down Woman aynı şekilde devam eder. Gitar sololarıyla öne çıkar. Blues standartlarını korur.
6.parça Porterville grubun daha önce The Golliwogs adıyla son kez yayınladıkları bir parçadır. Parçanın düzeyi diğerlerine olarak düşüktür ama kötü ve sırıtan bir parça da değildir.
Ardından gelen parça Gloomy çok insan tarafından göz ardı edilmektedir ama blues rock'ın en etkili örneklerinden biridir. Blues'un rock müziğe evrimi ya da içine girişi olarak bile tanımlayabiliriz parçayı.
Albümün son parçası Walk On The Water grubun yine The Golliwogs adıyla 1966'da kaydettikleri parça Walking On The Water'ın yeniden ele alınmış versiyonudur. Gitar ve davul yükselişleriyle, bass ve davul karşılaşmalarıyla ve tabi John Fogerty vokaliyle öne çıkar.
Arşivde mutlak surette bulunması gereken klasiklerden biridir 1968 tarihli bu albüm. Siz de bulundurun mutlaka elinizin altında...
CREEDENCE CLEARWATER REVIVAL
John Fogerty / Lead Vokal, Lead Gitar
Tom Fogerty / Ritim Gitar / Back Vokal
Stu Cook / Bass, Vokal
Doug Clifford / Davul, Vokal
1960’lı ve 70’li yıllarda yapılan rock müziği,
aslında anglo-amerikan kökenlere sahipse de, bu blogda örneklerini bolca
bulabileceğiniz, birçok kültüre adapte edilebilir, çok etkileşimli bir
müziktir. 60’lardan gelen psikedelik kültür 1970’li yıllara varıldığında evrilerek
farklı ulusların elinde farklı müzikal kimliklerin ortaya çıkmasına öncülük
etmiştir.
Şahsi fikrim, 70’li yıllarda genel olarak Avrupa’da
daha deneysel ve farklı etkileşimlere sahip bir müzikal anlayış hakimken,
Amerika müzikal anlamda daha muhafazakar bir çizgiye oturmuştur. Ancak
yazımız tamamen bu durumun dışında bir grup hakkında.
The Residents, 60’lı yılların sonunda kurulmuş, ilk
albümünü 1974 yılında yayınlamış Amerikalı avangart bir
gruptur (kendilerini bu şekilde tanımlarlar mı bilmiyorum). Grup üyeleri
Louisiana’da aynı lisede okurlar, kayıt aletleri ile bir takın deneysel işler
yapmakta ve beğendikleri müzikleri kaydetmektedirler. Yaşadıkları yer onlara
dar geldiğinde, San Francisco’ya gitmek için yola çıkarlar ve San Mateo,
California’da kalmaya karar verirler. Philip “Snakefinger” Lithman ve N. Senada
ile tanışırlar ve bu iki isim grubun artistik, felsefi ve müzikal anlayışına
büyük katkıda bulunur. Senada’nın “bilinmezlik teorisi” (theory of obscurity) aslında The Residents’in müziği hakkında en
büyük ipucunu bize vermektedir; “bir
sanatçı saf sanatı ancak dış dünyanın etkilerini ve beklentilerini
değerlendirmeye almadığında üretebilir.” (N. Senada’nın gerçek bir insan
olup olmadığı hala tartışmalıdır. Bazıları onun Captain Beefhart olduğunu iddia
eder)
Tabii The Resident için sadece bir müzik grubu
yakıştırması yapmak bir eksik bir tanım olarak kalır. Kariyerlerinde birçok
multimedya çalışması ve performans sanatı örneği bulunmaktadır. Grup üyeleri
kimliklerini hala gizli tutmayı başarabilmişlerdir. İkonik bir hal alan dev göz
maskeleriyle sahneye çıkarlar, maskeler ilerleyen dönemde çeşitlense de hala
herkes onları bu şekilde hatırlamaktadır. Yaptıkları müzik bu anonimlikten
nasibini almıştır; kaotik, atonal, uzlaşmacı olmayan, hatta yer yer rahatsız
edici bir havaya sahiptir. İlk dönemden bu yana elektronik müziğe yakındırlar.
Gerek imajları, gerekse ürünleriyle dönemin karşı kültürüne karşı bir kültür
geliştirmeyi amaçladıklarını söylemek yanlış olmaz. Albümlerinde kült
sanatçıları yapıbozumcu bir şekilde coverladıkları da olur. (James Brown’ın This
is a Man’s World’ünü tavsiye ediyorum)
Diskografilerine göz attığımızda 50 stüdyo albümü
sayısız compilation, konser albümü multimedya yayını görürüz. Bu müzikal
kariyer içinde belli bir The Residents tarzından söz edebiliriz ancak onların
müziğini sınıflandırmak ya da muadilini bulmak nafile bir çabadır. Yine de
Frank Zappa ve Captain Beefheart’a aşina olanların daha kolay kabul edebileceği
bir müzik olduğu söylenebilir.
Tanıtacağım albüme gelecek olursak, “Meet The
Residents” grubun debut albümü. Hem isim olarak hem de albüm kapağı olarak
Beatles’ın “Meet The Beatles” albümüne alaycı bir göndermede bulunmakta. 1977
yılında EMI’ın şikayetleri yüzünden farklı bir cover ile piyasaya sürülmüş. Piyasaya
sürüldüğünde 50 kopyadan az satmış ve döneminde hiç dikkate değer bulunmamış
bir albüm. İlk şarkı “Boots” ise “These Boots are Made for Walkin’” coverı olarak
düşünülebilir mi bilmiyorum. Albüm genelinde piyano ve üflemeliler bolca
kullanılmış, çocuksu ve tekrar eden melodiler albüme kaotik ve bir hava
katmakta. Bazı melodilerin, her ne kadar alışılmış armoni düzeni dışında yer
alsa da, akılda kalıcı bir yanları da var. Değişken ve yer yer düzensiz
ritimsel çeşitlilik albümün özgün taraflarından. Benim kişisel favorilerim ise bir deli dansı
olarak adlandırılabilecek “Infant Tango” ve bir Noel şarkısı olarak yazılmış “Seasoned
Greetings”.
Herkesin dinleyebileceği bir müzik yapmasa da dönem
müziği içerisinde özgün bir yer tutan bu avangart grup kendinden söz edilmesini
gerçekten hak ediyor. Grubu tanımayanlar için 50’den fazla albüm, performans
sanatı, multimedya materyali tam bir hazine niteliğinde. Son olarak 2015 tarihli "Theory of Obscurity" belgeseli The Residents'e ilgi duyanlar faydalı bir yapım diye düşünüyorum.
"Nasıl toplumdaki yozlaşmış ve tutucu, ahlaki değerlere karşı mücadele ediyorsak, yerleşmiş müzik kurallarına karşı da mücadele etmeli ve bu kuralları yıkmalıyız. Müzikte çözülen sınırlar, insan ve doğa, ruh ve dünya, ahlak ve toplum kurallarının simgeleridir."
Canlı kayıtlarla devam ediyoruz. Bir önceki postumuzda belirttiğimiz albümü bugün, hemen şimdi dinlemesek ayıp etmiş olurduk. Hakkında yazmak istediğim parçaları barındırdığı için de bu albümü seçtim diyebilirim.
1970 tarihli albüm Pink Floyd'un belki de en ayinsel parçası set the controls heart of the sun ile başlıyor. Ayinsel kavramı bir parçanın saykodelik ögeler barındırması ile doğru orantılıdır. Bana göre. Bazı melodiler duyma organınızla algılanmaz sadece, bu da öyle bir melodidir. Pompei kaydı en güzelidir fakat, ben bu parçaya acayip iltimas geçiyorum. Yahu adamlar 70 senesinde güneşin patlama seslerini koymuşlar kayda nasıl etkileyici olmaz bu! Ruha bu kadar işlemesinin sebebi de doğadan fırlamış gibi olmasındandır.
Albümde ikinci ve üçüncü albümlerinden parçalar vardır. Cymbaline'a dikkat çekmek istiyorum. Shakespeare'in oyunlarından bir tanesinin ismi Cymbeline'dir. Oyun romans türündedir ve bu parça Pink Floyd'un da melodik romansıdır tıpkı oyunda olduğu gibi. Bir özelliği daha ki THE FİLM MORE adlı filmin de soundtrack'idir. Grubun ilk soundtrack çalışması olması özelliğini taşıyor.
Intersteller overdrive, 1966 yılında yazılmış, Syd Barret zamanlarında yani hey gidi. Sonrasında Pink Floyd'un debut albümünde yer almış. Erken dönem space rock özelliği taşımasıyla benim için ve kim bilir daha kimler için özel bir sounda sahip bir parçadır.
The Embryo, ilginç bir gelişim süreci var parçanın. Versiyonları mevcut yani. Başlarda 5 dakikanın altında sakin, akustik bir parça iken 1971'e değin 10 dakikaya uzamış. Kimi ses efektlerinin yerini son kaydında dinleyeceğiniz üzere blues esintileri almış. En son 1971 sonlarında çalmışlar zaten. Şarkıyı büyütmüşler anlayacağınız. Yine dikkat çekmek isterim ki gelişim süreci bu kadar mı doğadaki gibi olur!
Albümler, yıl dönümlerinde garip bir şekilde kendilerini bir yerlerden çıkarıp dinletiyorlar. Jane'in bu albümü de kendisini çıkardığı tozlu rafımdan ve neredeyse taş plak çalacak olan cd sürücümde tur atmaya başladı. Ben açıkçası fazla spiritüel bağlarla bağlıyım dinlediğim, gönül verdiğim melodilere. Onlar da sağ olsunlar küçük sürprizlerle karşıma çıkıyorlar.
13 Ağustos 1976 tarihli bu canlı kayıt albümü Niedersachsenhalle Hannover'da kaydedilmiş. Bu yeri Pink Floyd'dan bilen bilir. Hatırlatalım:
Bir postla iki albüm vurmak diye buna derim. Zaten bir ruh birlikteliği var bunlarda. Birini dinlerken gözlerinizi kapatın bakalım nasıl titreşimler yakalayacak sizleri. Farklı deneyimler yaşatıyor bana bu iki grubun enstrümanları ile olan ilişkileri. Jane'e gelince atanamayan enstrümantel Pink Floyd'dur.
Albümde kesinlikle canlı izleme isteği uyandırıyorlar. All My Friends ile başlayıp Windows ile kapanışı yapıyorlar. 2008'de bonus track'lerin eklenmesiyle 2 cd'lik yayınlanıyor albüm.
Jane'in liriklerini merak edenler için de bir parçasının şarkı sözlerini yazmadan şunu eklemek istiyorum ki bir hep bir arayış, hep bir çözüm bulma, analiz etme halinde bu abiler de. Dağdan taştan medet umuyoruz daha güzel daha iyisi için.
Onlar da bu dört platonik cisimden medet ummuşlar Fire, Water, Earth+Air'da ki albümün 41. dakikasında başlar. Enfestir.
Fire shine on me
show me the way to better days. Water cool me down so that I can see the way. Fire, Water, Earth and Air, come together in my soul And when you hear me wait for my sign And I leave for a better time. Can you hear me, can hear me Can you hear me, can hear me
Can you hear me, can hear me Can you hear me, can hear me
You're the light that fills me up. You burning me like fire Fills my senses, fills my mind. Your worlds can take me higher
Higher and higher bring me to mystery love. You are the sun that fills the room with light You give me the flame that turns me insane Burns my hand like fire let me be a piece of you. And I will give you my desire And you give me some, some sweet loving, every day. You give me some sweet loving every day. You give me some sweet loving every day. You give me some sweet loving every day. You give me some sweet loving every day. You give me some sweet loving every day. You give me some sweet loving every day.
I see them. I hear them They coming. They slowing Keep on… Keep on Rolling
Çok beklemeyin dinlemek için, kesintisiz dinleyeceğiniz albüm listesi ahan da burada.
1. All My Friends (4:58) / lead voice: MARTIN 2. Lady (3:38) / lead voice: PETER 3. Rest Of My Life (4:42) 4. Expectation (5:32) /lead voice: KLAUS 5. River (3:51) 6. Out In The Rain (6:22) /lead voice:PETER 7. Hangman (11:55) /lead voice:KLAUS 8. Fire, Water, Earth & Air (4:00) / lead voice: KLAUS 9. Another Way (5:41) lead voice: MARTIN 10. Hightime For Crusaders (5:07) 11. Windows (19:20)/ lead voice: MARTIN
Fark edileceği üzere, grubun çekirdek kadrosundan kişlerin ayrılışıyla isimler şu şekilde olmuştur:
-Klaus Hess / lead guitar, vocals, Taurus bass pedals - Manfred Wieczorke / keyboards, vocals - Martin Hesse / bass, vocals - Peter Panka / drums, vocals
Gidenlerin yolu açık olsundu da, Jane 1972'den 1976'ya olması gerekeni yaşamıştır. Her haliyle progressive rock/space rock/krautrock 'tur. Afiyet olsun.