Heidelberg, Almanya çıkışlı Limbus 3, tuhaf ve anlaşılması zor gruplardan biri. O kadar tuhaflar ki ikinci albümde evrimin üst aşaması olarak grubun adını Limbus 4 olarak değiştiriyorlar filan. Grubun kuruluş dönemi ile ilgili çok fazla bilgiye sahip değiliz. Kısa süreli var oluşlarına 2 albüm sığdırıp dağıldıkları dışında bildiklerimiz kısıtlı.
Garip olarak adlandırılabilecek deneysel bir Krautrock yapıyorlar. Enstrümanları da garip şekillerde kullanarak deney yapıyorlar gibi bir izlenim bırakıyorlar dinleyende. Özellikle Afrika ve Hint folkloruna dayanan etnik dozajı yüksek bir tarzları var. Dünyanın pek çok yerinden folklorik etkilerin var olduğu albümde öne çıkanlar Afrika ve Hint tarzları. Diğerlerini ayırt etmek zaman zaman güçleşiyor. Zira gerçekten hem enstrüman kullanımları hem de kafalarındaki fikirler tuhaf. Zaten sırf bu nedenle de çok beğenilen bir grup değiller.
Limbus 3'ün beğenilmeme sebebinin anlaşılamamadan kaynaklı olduğunu ileri sürsek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Yoğun ve karmaşık bir müzikal anlayışları var. Progressive etkileri çok fazla. Bazı bölümlerde can sıkıcı gibi gelse de aslında bütünün oluşmasını sağlayan bölümler de bunlar. Melodik ya da düzenli diye tabir edebileceğimiz yapılardan hoşlananlar için hiç de iç açıcı ve keyif verici değil. Ama tuhaflık içerisinde kendinden geçmek isteyenler için de biçilmiş kaftandır Cosmic Music Experience.
Dönemin pek çok Alman grubundaki komüne hitap etme durumu Limbus 3 için de geçerli bir durum. Heidelberg'de arkalarında ciddi bir kitle bulunuyormuş anlatılanlara göre. 60'ların sonunda Psychedelic Rock ve Hippie köklerinin birleşimini daha deneysel bir ortama taşıyan müziklerinde fena halde iyi Afrika ritimleri bulunuyor. Hint müziğinden ödünç aldıkları müzik aletleri ile de değişik bir etki yaratmayı başarıyorlar. Belirtmeden geçmeyelim, parçaların tamamı doğaçlama olarak kaydedilmiş. Aralarda yaşanan bir iki kopma hissiyatını saymazsak doğaçlamanın da hakkını vererek yapmışlar diyebiliriz.
Zorlayıcı, deneysel, farklı, tuhaf işleri sevenlerin bile sevip sevmeme konusunda arada kalacağı türde bir albüm olan Cosmic Music Experience hangi açıdan bakarsanız bakın, arşivde olmayı hak eden albümlerden biri.
Genelde daha az bilinen, pek göz önüne çıkmamış grup ve albümlerini yorumlamaya çalıştım hep. Ama fark ettim ki üzerine destanlar yazılacak albümleri yorumlamaktan geri kalmışım. Bu sefer herksin, dinlese de dinlemese de bir şekilde duyduğu ve bildiği bir albüm ile devam edeyim dedim.
Yıllar ilerledikçe, dinlenilen grup ve albüm sayısı arttıkça hani o hep “en çok sevdiğin 10…” ile başlayan sorunun cevabını vermek daha da zorlaşmakta. İlk 10’a 100 tane albüm koysan yine de bir şeyler dışarıda kalır hep, liste dışı kalanlara da haksızlık etmiş gibi hisseder insan kendini.
Ama öyle albümler vardır ki o listeyi dillendirmesen dahi hep orada olduğunu bilirsin ya, işte Comus - First Utterance da benim için böyle bir albüm. Asla vazgeçemediğim, plağını aldığımda çocuk gibi mutlu olduğum, albüm kapağını tshirtüme bastırdığım, 2008 yılında yeniden birleşmeleri sonrasında konserlerine bilet aldığım benim için çok özel bir grup.
Daha önce defalarca “Gentleoctopus” un da benim de yazdığımız gibi albümleri yorumlamak, subjektif algımızın süzgecinden geçirerek objektif bir tanımlama-benzetme yapıyor olmak oldukça zor. Hele ki konu First Utterance gibi bir albüm ise bu durum çok ama çok daha fazla zorlaşıyor.
Size desem ki baterinin olmadığı, elektro gitarın neredeyse hiç bulunmadığı, flüt, keman ve akustik gitar üzerine inşa edilen, kadın vokalin süslediği bir albümdür bu hemen aklınıza neşeli, doğa motifli, mavi gökyüzünden bahseden pastoral folk bir albüm gelebilir. Veya size albüm kapağını göstersem ve desem ki ölümden, işkenceden bahseden oldukça rahatsız edici sözlere sahip, bu sefer de aklınıza daha gothic veya sert bir tarz gelecektir. Ancak bunların hiçbiri değil, hatta yakınında dahi değil. Birçok blog veya sitede “folk” ibaresi görürsünüz ki bu oldukça hatalı ve yetersiz bir tanımlamadır.
Albümde Folk temaları olduğu doğru ama oldukça depresif, karanlık bir atmosfere sahip olduğunu belirtmem lazım. Birçok progressive albümde de göreceğimiz üzere git gel leri, iniş-çıkışları olan tezatlar üzerine inşa edilmiş bir albüm. Şarkılara göre kadın-erkek vokal dağılımı veya birlikteliği, albümün en çarpıcı unsurlarından biri olan sözler ile tam uyuşmakta. 20 yaş ve altındaki bu gençlerin bu seviyede söz yazıyor olması çok enteresan ve tüyler ürpertici. Ayrıca sadece müzik ile de kalmamışlar, albümün kapağı grubun lideri diyebileceğimiz ana söz yazarı ve lead vokalist “Roger Wooten” a iç kapak çizimi de Akustik Gitarist ve perküsyonist “Glen Goring” e ait. Şiir, müzik, resim…Yaptıkları albümün bu denli farklı oluşunun altında çok yönlü yaratıcılığa sahip olmaları bence en önemli unsur.
1971 çıkışlı albümün ilk şarkısı aynı yıl single olarak da çıkardıkları “Diana”. Yukarıda da belirttiğim gibi tezatlar üzerine kurulmuş albüm daha ilk şarkıda size bu havayı veriyor. Albüm kayıtları sırasında henüz 16 yaşında olan Bobbie Watson’un yumuşak kadın vokali ile Roger Wooten’ın distorted, yırtık sesinin harmanlandığı, Colin Pearson’ın ara ara keman ezgisi ile yürüyen kısa bir prelüd.
Herald albümün ikinci, başında ve sonunda Watson’ın harika sesi ile bezenmiş albümün en “sakin” çalışması. Gitar,keman obua ve flüt ile başlayan ilk bölümden sonra akustik gitar ile başlayan ve kemanın ve flütün de dahil olduğu vokalsiz, deneysel bir bölüme geliyor sıra. Şarkının sonu da başladığı gibi “sakin” ve huzurlu bitiyor. Bundan sonrası başka bir hikaye.
Ve geldik albümün tepe noktalarından birine belki de en üstüne, “Drip Drip”. Hangi açıdan incelemeye başlamak lazım bilemedim. Aklıma ilk gelen tanımlama “sevdiği kişiyi öldüren, ölümüne şahit olan birinin içi çatışması” şeklinde…hem bir cani hem de bir aşık. Sakin başlayan şarkı perküsyon ve akustik gitar ile yükselmeye başlıyor.
“Your soft white flesh turns past me slaked with blood”
Şarkının en can alıcı noktası kesinlikle Wooten’ın vokali. Kuvvetli bir sese sahip olmasa da sözlerin ruhunu o kadar iyi anlatıyor ki ne dediğini anlamayan bir insan dahi neden bahsediyor olabileceğini az çok tahmin edebilir diye düşünüyorum. Müzik tarafında ise Colin Pearson’ın kemanı başlı başına konuşulması gereken başka bir konu.
“Your lovely body soon caked with mud
As I carry you to your grave my arms your hearse”
Çok enteresandır, genelde ilk dinlemede şarkılara vurulurum ama bu durum bu şarkı için geçerli değil ve bunu hisseden tek kişinin de ben olmadığımı biliyor olmak işi biraz daha garipleştiriyor. İlk dinlediğimde keman dikkatimi çekmişti ve Wooten’ın vokalinin şarkıyı bozduğunu düşünmüştüm. Ama “güzel” dediğim bir şarkı olduğu için tekrar tekrar dinledim.
“You stand before me defenceless
Your stare unchanging silent, cold, intense sears my brain”
Her dinlemem şarkıya olan bağlılığımı arttırdı. Sanırım 7 veya 8. Dinlemem olacak, düşündüğüm ilk şey bu şarkıyı Roger Wooten’dan daha güzel söyleyecek birinin olamayacağı yönündeydi. Sonra bunu annem başta olmak üzere farklı insanlar üzerinde denedim.
“You will softly rest your pale beauty enshrined by the sweet glade
Your body at peace even the earth will fill the crack where entered my blade
Where entered my blade”
Hep aynı şey oldu… ilk dinleme sonrası “şunu bir daha açsana” sonra bir daha, bir daha…ardından “muhteşem” yorumu yapıldı genelde. Bir gün Drip Drip ile ilgili yabancı yorumları okurken bnzer bir deneyime rastladım. “Birkaç dinleme sonrası müptela” olmaktan ve bunu benim gibi nasıl olduğunu anlayamadığından bahsediyordu.
Şarkı, yükselme sonrası şarkı içi şarkı olarak tanımlanabilecek ara bir bölüme geçiyor. Daha psychedelic olan bu bölümde Wooten ve Watson’ın karışan seslerine akustik gitar öncülük ediyor.
Sonra tekrar duruluyor ve Wooten’ın karakterize ettiği cani, şeytansı kişiliği (I’ll be gentle) ile yine kendisinin (Not to hurt you) canlandırdığı üzgün ve sevdiği kişiyi son kez uğurlayan kişiliğin çatışma anına geliyor.
“Yea, shall I cut you down
Yes 'twould be a last physical communion
I'll be gentle I'll be gentle I'll be gentle I'll be gentle
And not hurt you
Oldukça etkileyici olan ve Opeth’in “My arms Your Hears” albüm ismine ilham kaynağı olmuş bu şarkının daha uzun yorumları hak ettiğini düşünüyorum ancak bir yerde durmak lazım.
Sıradaki şarkı “Song to Comus”. Albümün tepe noktalarından biri daha. Tipik agresif, şeytansı Wooten vokali ve Akustik gitar ile yavaşça başlayan şarkı, içerisinde birçok iniş-çıkışı barındırıyor. Keman ve flüt kullanımı oldukça etkileyici ve tüm albümün şarkıları gibi karanlık bir atmosfere sahip. Wooten sesi ile yine çok iyi bir iş çıkarıyor. Ara ara keman ile gelen pastoral folk ruh Wooten ile bir anda paramparça oluyor.
“The Bite” başlı başına bir başyapıt olarak adlandırılabilecek harika bir çalışma. Metronomu yüksek olan bu şarkı etkileyici bir girişe sahip. Albümün genelinde görülen Watson’ın melodik melekleri andıran back vokali ve Wooten’ın sert ve agresif sesi beraber yürümekte. Tezatın harika uyumu burada da mevcut. Yine ölümden bahseden, asılan birini konu alan şarkıda Colin Pearson Keman, Rob Young Flüt ile burada da çok iyi bir iş çıkarmaktalar.
“Bitten” deneysel ve psychedelic kısa bir parça. Karanlık ve depresif başlayan şarkı Keman ile yükseliyor ve aniden bitiyor. Kraut atmosferine en yakın çalışma bu diyebilirim.
“The Prisoner” Bitten’ın bıraktığı yerden başlıyor. Watson ve Wooten’ın düeti şeklinde devam eden parça tam bir Comus şarkısı. Ancak önceki parçalar ile karşılaştırıldığında görece olarak daha az etkili olduğunu söylemek lazım. Drip Drip teki perküsyonun ön planda olma durumu burada da mevcut.
Genel olarak tarif etmesi oldukça zor olan ama bir o kadar da güçlü ve etkileyici bir baş yapıt. Evet kesinlikle bir baş yapıt, hem de bir tane daha örneği olmayan türden. Keyifli dinlemeler…
COMUS
Roger Wootton / Lead Vokal, Akustik Gitar Glen Göring / Slide Gitar, 6 & 12 Telli Akustik Gitarlar, Elektrikli Gitar, El Davulları, Vokal Colin Pearson / Keman, Viola Rob Young / Flüt, Obua, El Davulları Andy Hellaby / Fender Bass, Slide Bass, Vokal Bobbie Watson / Vurmalılar, Vokal
FIRST UTTERANCE
01. Diana (4:37) 02. The Herald (12:12) 03. Drip Drip (10:54) 04. Song to Comus (7:30) 05. The Bite (5:26) 06. Bitten (2:15) 07. The Prisoner (6:14)
Henüz daha ortaokuldaydım. Okuldan bir an önce eve gelip televizyonda matine şeklinde yayınlanan Yeşilçam filmlerini izlemek gibi takıntılı bir derdim vardı. Filmleri izledikçe fonda çalan müziklere de kulak kabartmaya başladım. Zamanla bu filmleri müzikleri için izlediğimi anlayacaktım. Güzel yıllardı...
Bir gün "Turist Ömer Yamyamlar Arasında" adlı yapıma denk gelmiştim. İşte o günden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Zira filmin fon müziğinde "Jingo"suyla lafı bir an evvel kendisine getirmek istediğim Santana vardı.
Carlos Santana'yı yeryüzünde bilmeyen yoktur sanırım. Popçusu da biliyor, rapçisi de biliyor, osu da busu da... Yalnız kim ne derse desin Santana bir don lastiğiymişçesine farklı müzik tarzları arasında bir o yana bir bu yana çekiştiriliyor ve bu sebepten ötürü herkesin kafasında farklı bir Santana algısı var. Santana'nın ödün verme gibi görünen oysa özünde devrimcilik olan bu değişik arayışlara yönelimini Bruce Lee bandrollü "su gibi ol kardeşim" felsefesine de yontabiliriz.
Evet, herkesin farklı bir Santana'sı var. Hatta Santana'yı sevmeyen prog severler de olmuştur, olacaktır. Gentleoctopus blogu içerisinde Santana'ya dair bir yazı olmaması da bu tezimi güçlendiriyor. Ama derseniz ki "Santana'ya gelene kadar kimler var", o zaman ben de "haklısınız" derim.
Karşınızda Santana ve arkadaşları...