10. stüdyo albümü Just Testing, benim için Wishbone Ash bir iskambil destesi gibi ortada ikiye kesildiğinde altta görünen kağıt gibidir.
Kadroda Martin Turner isminin son kez göründüğü albüm grup için de bir çeşit dönüm noktasıdır mutlaka. Elbette sadık dinleyicileri grubu her haliyle benimseyip dinlemiştir. Fakat benim için ne yazık ki durum bu şekilde değil. İlk 10 albümden sonrasını listemde çoğunlukla yer almıyor.
Just Testing albümünün içeriğine dönersek ilk yüzden Living Proof ve Helpless öne çıkan parçalar, Insomnia ise alışılmışın biraz dışında bir tada sahip.
İkinci yüzde ise Master Of Disguise ruhun tamamlayıcısı gibi parıldıyor. Gerçekten de yeni bir şeyler denendiği hissini bırakıyor albüm geneli. Böyle düşünüldüğünde ismiyle uyumlu bir içerik karşımıza çıkıyor.
1980 yılında ilerleyen zamanda konserlerin parça listelerinde de zaman zaman görünecek olan güzel sololarla süslü eğlenceli bir ses olarak bırakılmış Just Testing atmosferimize.
WISHBONE ASH
Andy Powell – Elektrik ve akustik gitar, vokal
Laurie Wisefield – Elektrik ve akustik gitar, geri vokal
Hollanda’dan grup çıkar mı demeyin. Ekseption, sanılanın
aksine,yaptığı müzik ile kendisini kısa sürede tanıtabilmeyi başardı. Grubun ilk
albümüne baktığımızda, şarkı isimlerinin tanıdık gözükmesi normaldir. Bunun
nedeni, grubun klasik müzik parçalarını jazz fusion-prog-senfonik bir
geçişgenlikte sunarak, dinleyicide adeta saydığım bu üç türden herhangi birini
sevmese bile, yarattıkları kompozisyondaki uyum sayesinde kendilerini bir şekilde
içlerine çekmeyi başarabilmekteler.
Grubun paylaştığım ilk albümü olan bu
albümün çıkışında dönemin Philips’inin katkısı yadsınamaz. Albümde kimlerin
bestesi yok ki; Beethoven,Brain Bennatt,Aram Khachaturian ve niceleri…
Albümü sıradan 60’ların progresif albümleri gibi bakmak
yanlış olur .Grup, sadece klasik müziğin topluma mal olmuş önemli bestelerini
sanki kendilerine aitmiş gibi bir hava içinde çalmaktalar. Albümde sadece Little X Plus
adlı parça grubun kendisine ait. Progresife ve caza dair aklınıza ne geliyorsa
bütün enstrumanları şarkılarda duyabilmek mümkün. Grubun en önemli
özelliklerinden bir tanesi, doğal olarak bahsettiğim gibi, parçaların klasik
müzik bestelerinden alındığı için, büyük bölümünün enstrumantal parçalardan
oluşması. İlk üç sonrasında oluşan eleman değişikliğinde çok kısada olsa sözlü
parçalar icra ettiler (1970-1972 arası).
Klasik müzikten haz etmeyen bireylere kendilerini sevdirecek
nitelikte çalışmaları var. Grubun ana elemanı Rick van der Linden’in grubun
müzikal anlamdaki çizgisinin oluşmasında etkisi tartışılamayacak nitelikte. Bir
dönem gruptan ayrılması ile grup içerisinde o kadar değişiklik
oluyor ki neredeyse dağılma noktasına bile geliyor. İllaki grubun yaptığı müziği
başka gruplarla lanse etme gerekirse, Crimson-Camel-Tull sevenlerin bakmasında
fayda var. Albüm o kadar hızlı akıyor ki, sanki rüyadaymışsınız hissiyatına
kapılabilirsiniz.
Yukarıda saydıklarımın dışında Beethoven ve Khachaturian
sevenlerin Ekseption’u beğeneceklerine inanıyorum (Bir Khachaturian dinleyicisi
olarak benim düşüncem bu yönde) Albümdeki sonu dance ile biten
parçalar, orjinaline nazaran daha vurgulu ve gerçekten dans etme isteği bile
oluşturmakta. Açılış parçası olan 5.senfonin klasik biçimde başlayıp, yer yer
senfonik öğelerle birleşerek şahane bir mash up deneyimi oluşturmuş. Grubun
diğer albümleri zamanla oluşan eleman değişikliklerinin etkisiyle, yer yer
düşüşler hissediliyor. Özellikle bu albüm dışında bundan sonra çıkan iki albümü
de edinmekte fayda var. En kısa zamanda o iki albümü paylaşmak umuduyla.
Psychedelic müzik ile jazz ne kadar iç içe geçebilir hiç düşündünüz mü? Üstüne üstlük birde filmlerdeki müzikal bölümlerin ve tiradların da içinde yer aldığını.. Gözlerini kapattığınızda, hele ki etrafınızda bir sürü kişi hareket halinde geziyorsa etrafınızda, kendinizi bir müzikal içinde hissetmeniz kaçınılmaz. Alışılmış psychedelic havanın ötesinde, liriklerin daha az yer bulduğu, iniş çıkışların fazla olduğu albümde genel psychedelic öğelerin world müzik öğeleriyle buluşması ayrı bir kompozisyon oluşturmakta. Albümü bitirdiğinizde başınızın dönme ihtimali çok yüksek, ingilizce tabirle ''high'' diyebileceğimiz konsepte sahip. Albümde progressif hava çok altlarda yer almakta, bunu şarkı geçişlerindeki tutarsızlıkla anlamak pek tabii ki mümkün. Özellikle albümün sonlarında space öğelerinin de şarkılara katılmasıyla, gerçek anlamda deneysel bir şölen içinde kendinizi bulabiliyorsunuz. Dinleyecek olanlara önerim, çakırkeyf vaziyetteyken etkisinin iki katına çıkması, bilginize :) İyi Dinlemeler
GONG Daevid Allen - Vokal,gitar Tim Blake - Syntheiser,vokal Didier Malherme - Saksofon,flüt Steve Hillage - Gitar Francis Moze - Bass,piyano Laurie Allan - Davul THE FLYING TEAPOT 1 - Radio Gnome Invisible 2 - Flying Teapot 3 - The Pot Head Pixies 4 - The Octave Doctors and the Crystal Machine 5 - Zero the Hero and the Witch's Spell 6 - Witch's Song/I Am Your Pussy
Space rock deyince haliyle Hawkwind'i anmamak olmaz.Liriksel anlamın dışında,müziksel konseptin içine şahane bir biçimde uzay öğelerini yedirerek,türünün öncüsü diyebileceğimiz albümlere imza atmışlardır.In Search of Space albümü ise bu türün başlangıcı olarak kabul etmek mümkün . Daha öncesinde Pink Floyd'un her ne kadar girişim denemeleri olsa da,space rock'ın vücut bulduğu albüm diyebiliriz.Liriklerin olabildiğince az,müziğin daha fazla öne çıktığı bu albümde klasik progresif öğelerin yanında,psychedelic hava yaratan space öğeleri albüm kompozisyonunun tamamlayıcı noktaları arasında.Türden haz etmeyenler olsa bile,60's-70's lerin bilim kurgu dizi ve filmlerinin atmosferini az da olsa hissetme ve anma şerefine nail olabilirler. Saksafon öğelerinin de bolca bulunduğu albüm,kanımca kült değerdedir.Grubun bu albümden sonraki albümleri keza daha farklı ve dolu konseptler barındırmakta lakin herşeyden önce pioneer dediğimiz türlerin oluşumunun ilk örnekleri dinlenmeden,türün ve grupların evrimi anlaşılamayacağı için bu tip yaklaşımları aktarmayı kendimce görev bilmekteyim.Albümde yer alan Silver Machine adlı parçada Lemmy vokal ve bas çalmakta.Daha sonraki 3 Hawkwind albümünün neredeyse tüm parçalarında vokal ve bass görevini sürdürmekte. Geçenlerde paylaştığım Sam Gopal albümünde dile getirdiğim Lemmy'nin gruptan ayrılıp,bassçı olma serüveninin başladığı yer tam olarak burası.Herşeyden önce Motörhead'in temellerinin atıldığı,müzik tarihin değişime geçeceği ilk adımlar.
İyi dinlemeler HAWKWIND Dave Brock - Vokal,gitar,harmonika Nik Turner - Saksafon,vokal,flüt Del Dettmar - Syntesizer Dave Anderson - Bass Terry Ollis - Davul,perküsyon Ian Kilmister(Lemmy) - Bass,vokal(Silver Machine) IN SEARCH OF SPACE 1 - You Shouldn't do That 2 - You Know,You're Only Dreaming 3 - Master of the Universe 4 - We Took the Wrong Step Years Ago 5 - Adjust Me 6 - Children of the Sun 7 - Seven By Seven 8 - Silver Machine 9 - Born to Go
İlk olarak, buradan herkese merhaba demek
istiyorum. Malumunuz, ilk yazım olduğundan dolayı böyle bir giriş yapmayı sorumlu
hissettim. Sam Gopal ismi bazılarımıza yabancı gelmeyecektir. Tek albümlerinin
bulunmasının yanı sıra, genel psychedelic müziği Jimi Hendrix tınılarıyla
etkileştirerek farklı bir konsept yaratmayı başardılar. Albümü
dinleyenlerde, 60’ların Mississippi vari blues esintilerini hissetmeleri
mümkün. Yukarıda bahsettiğim ismin yabancı gelmeme sebebi ise Motörhead’ten
tanıdığımız Lemmy’nin ilk yer aldığı gruplardan olması.
Daha sonra rivayete göre bass gitar çalabilmek için gruptan
ayrılma ihtiyacı duyuyor. Sonrası malum, grup resmi olarak sadece bu albümle
müzik hayatına veda ediyor. Lemmy bu albümde hem gitar çalıp, hem de vokal
yapıyor. Alışılmış vokalinin dışında Hendrix ve blues ezgileri sevenlere
önerebilirim. Grubun 90’lı yıllarda başka
müzisyenler ile yapılmış bir albümü daha mevcut aslında, fakat dinleme şansına
erişemedim.
Sam Gopal, genel olarak bu albümle bütünleştiği
için (Lemmy’nin etkisiyle) sonradan çıkardıkları albümün esamesi pek okunamadığı
ortada. Motörhead sevenler ya da Lemmy'i farklı bir şekilde dinlemek isteyenler için bir fırsat. Şimdilik Britanya üzerinden bir yolculuğa başladık, ileriki tanıtımlarda
başka coğrafya ve türlere doğru yönelmek dileğimle.
İyi dinlemeler
SAM GOPAL
Ian Willis(Lemmy) - Vokal,ritim,lead gitar
Roger D'Elia - Akustik, lead gitar
Phil Duke - Bass
ESCALATOR
1 - Cold Embrace
2 - Dark Road
3- The Sky is Burning
4 - You're alone Now
5 - Grass
6 - It's only love
7 - Escolator
8 - Angry Faces
9 - Midsummer Nights Dream
10 - Seasons of the Witch
11 - Yesterlove
12 - Horse
13 - Back Door Man
Bobby Caldwell kadroda olmasaydı sanırım bu albüm böyle güzel olmayacaktı. Davul gerçekten öne çıkacak kadar başarılı. Evet bence en belirgin özelliği buru. Üstelik bana göre Willy Daffern bu grubun daimi vokali değilse de Captain Beyond müziğine en yakışan ses. Yani tam isteyeceğim karışım Dawn Explosion, albüm kapağından itibaren müthiş enerjik.
Albümün ilk yüzünden özellikle Icarus oldukça nefis, ben hep ardına Fantasy eklerim. Bence gerçek sıralama da böyle olmalıydı.
Elbette tüm şarkılarda baslar coşmuş durumda.
Lee Dorman hem Iron Butterfly hem de Captain Beyond için büyük bir zenginlikti bence. Dinlerken ben de basları öne çıkaracak şekilde sesi değiştiririm hatta her seferinde.
Tabi dönem müziklerinin bir ayağı hep uzayda:) En az bir iki şarkıya yıldız tozları serpilmiş. Şu zaman bana biraz komik geliyor, absürd desen o hoşuma gidecek aslında. Ama bu şekli çiğ kalmış, sadece komik.
Toparlarsak 8 parçalık Dawn Explosion sözleri büyük yaratıcılık ya da derinlik eseri değil ama müziklerini severim. Vokalini davulunu, bas gitarını, Rhino sololarını.
Aralardan sonra DMC-12 ön koltuğundan 68'e doğru adımlarsak artık albümlere göre anlatım yapılacakmış. Deneyelim.
Genele bakarsak enerjisi oldukça yüksek bir albüm. Sözleri demek istemiyorum çünkü daha da güzeli hikaye tadındaki şarkılarla dinleyicinin hayal gücünü harekete geçiriyor. 2000 ve 2001 yıllarında yeniden paketlenirken içerisine eklenen bonus parçalar da ayrıca keyifli. Bu albümün ışıltısı hep Feelin' Alright? ve 40,000 Headmen üzerinde kalmıştır. Şahsen Feelin' Alright? sevdiğim bir Traffic şarkısı değil. Ön sıralardan Pearly Queen değişiktir ve artık kapanışa yakın bütüne oynamayarak albümün en güzeli bana göre No Time to Live olmuştur. Hem de sözler bu sefer genelin aksine sadeleşmişken.
Her şarkıda enstrüman konusunda ciddi bir zenginlik varolduğu için vokalin tatlı uyumu zaman zaman geri planda bile kalabiliyor.
Tekrarlı dinledikçe daha fazla ayrıntı yakalatan erken dönem ustalık eserlerinden bir albüm, meraklısına.
TRAFFIC
Steve Winwood / Vokal (2,4,7,9,10), Org (2,3,7,8), Piyano (5,6,9), Harpsichord (8), Gitar (1-4,7), Bass (1,2,5,6,9)
Dave Mason / Lead Gitar (3), Akustik Gitar (1,5,6), Armonika (2,3), Bass (8), Org (9), Vokal (1,3,5,6,8)
Şimdi The Moody Blues denildiğinde illa ki Nights In White Satin bir açılır, dinlenir, en azından mutlaka adı anılır. Kabaca araştırdım ikinci en sevilen şarkısına göre yaklaşık 5 kat daha fazla dinlenmiş.
Neyse ki On the Threshold of a Dream bu yazının konusu.
Konsept albüm deniliyor, şu günlerde rezalet örneklerine denk geliyorum açıkçası. Hatta ne yazık ki ateşli dinleyicileri içeriğin yetersizliğini kavrayamadıkları için eleştirilere "Bi kere bu konsept albüm! Daha ne olduğunu bile bilmeyenler yorum yapmasın!!" gibi güdük yanıtlar diziyor. Bence bu albüm şahane bir örnektir neyin ne olduğuna. Elbette öncesi de var ama şahsi favorim On the Threshold of a Dream kıtlıkta bile doyurucudur.
The Moody Blues, konsept etiketiyle gerçekten çok güzel albümler çıkarmıştır. Aslında artık yeni nesil listeler halinde dinliyorsak da albümleri, burda ön-arka fikirleri ayrıktır. İlk 6 şarkı başlangıçtır, aşktır, hayaldir, rüyadır ama arka yüz yola koyulur.
Gerçekten bir kapı açılır ve hikaye In the Beginning ile başlatılır. Sanki birden radyo açılır fonda bir müzik duyulur. Nerden seslendiği anlaşılmayan Lovely To See You. Ara sıcak mı ana yemek mi henüz çözememişken Dear Diary o kadar sakin sabit ve içeriğe uygun bir müzikle geliyor ki gerçekten bir günlüğün sayfalarını çevirmek gibi bıraktığı his. Anlatılanı usluca dinlemek düşüyor sadece.
Hayır Nights In White Satin güzel değil demiyorum ama peki Never Comes The Day çiçek değil mi? Ben bayılıyorum ve gerçekten nefis.
You know it's true,
We all know that it's true.
denilmiş zaten, fazla söze gerek bırakmadan.
Tembel bir günün ortasından büyülerin içerisine gayet kesintisiz bir geçiş.
Yenilerin eline yüzüne bulaştırdığı kısımlardan biri de bu galiba. The Dream ne kadar güzel bir tamamlayıcı fikrin içerisinde.
Part 1-2-3,...,n gibi dizilen serilere hep özel bir sempatim olmuştur Duydun mu? Duydum, duyuyorum, duyabilirim derken sona ve bıraktığı tatlı hisse ulaşıyoruz.
Güzeller güzeli bir The Moody Blues albümü On the Threshold of a Dream, keyifle dinleyeceklere sevgilerle.
THE MOODY BLUES
Justin Hayward / Akustik & Elektrik Gitar, Çello, Lead Vokal
Michael Pinder / Hammond, Piyano, Mellotron, Çello, Lead Vokal
Ray Thomas / Armonika, Flüt, Piccolo, Obua, Tamburine
Muhtemelen sıkı rocker'ların bile duymadığı / dinlemediği / farketmediği bir rock türevinden bahsedelim bugün. James Brown'ın Funk müziğinin Afrika geleneksel ezgileriyle birleştiğini, üstüne Jimi Hendrixvari, olabildiğince ağır fuzz ve wah wah kullanılan acid gitarın eklendiğini, en sonunda da bunun psychedelic ile aynı yatağa girdiğini düşünün... Heh, işte bu türün adı Zamrock! Zambia'da türeyip gelişen ve dünyaya açılan bir afrobeat etkileşimidir Zamrock. Geleneksel Afrika ezgileri, ritimleri ve müzik aletleri modern müzik aletleriyle birlikte kullanılır. Afrika'ya ait o mistik hava, o insanı sanrılarla dolu yolculuklara çıkaran davul sesleri, genizden ve garip çığlıklarla süslenen otantik vokaller.. hepsini bu türün içerisinde bulmak mümkün.
Türün en önemli müzisyenlerinden Rikki Illilonga'nın grubu Musi-O-Tunya kısa ömürlü bir proje. Sadece 2 albüm çıkarabilmişler ama türün en önemlilerinden olmayı başarabilmişler aynı zamanda. Kenya'nın başkenti Nairobi'de ve sadece 1 gün içerisinde kaydedilen Wings of Africa albümü türün tüm özelliklerini bir arada göstermesi açısından da önemli bir albümdür. Yukarıda bahsettiğimiz tüm acid, psychedelic, Afrika gelenekseli, afrobeat, funk ve diğerleri albümde fazlasıyla mevcuttur.
Albüme adını veren ilk parça sanki Afrika'ya ve zamrock'a giriş parçasıdır. Bir yanda otantik Afrika davulları çalarken diğer yandan batı tarzı rock davulunu duyarsınız. Aralarda afro ritimlere ve funk'a saygı duruşu niteliğindeki soprano saksofonla mest olursunuz. Parça kendi içinde biraz 'sarkıyor' izlenimi bırakır insanın üzerinde ama bu sadece afro kökeninden kaynaklanmaktadır.
İkinci sıradaki Dark Sunrise tam bir acid tribi havasındadır. Ağır gitarlar, düşük mood, can yakan vokal.. Sanırsınız ki The Grateful Dead Afrika'da albüm kaydetmiş.
Mpondolo ve Walk & Fight diğer etkileyici parçalar. Tek tek yorumlamaya kalkmak biraz garip olacak bu albüm için. Zira alışkın olmadığımız bir türün içerisinde yer alıyor. Değerini ya da farklılığını anlamak için birkaç dinleme yapmak gerekiyor mutlaka. Bu arada albümdeki en kısa parçanın 5:50 süreye sahip olduğunu da belirtelim.
MUSI-O-TUNYA
Derick Mbao / Lead Vokal, Bass & Kalimba
Rikki Ililonga / Lead Gitar, Vokal
Alex Kunda / Rock Davul, Vokal
Siliya Lungu / Afrika Davulları, Vokal
Kenny Chernoff / Soprano Saksofon
John Bobby Otieno / Ritim Gitar
Njenga / Trompet
WINGS OF AFRICA
1 - The Wings Of Africa (7:10)
2 - Dark Sunrise (8:32)
3 - The Sun (6:18)
4 - Mpondolo (8:00)
5 - Walk & Flight (8:00)
6 - One Reply (5:50)
Bazen bir yerlerden bir ezgi gelir kulağınıza: tanıdık, bildik bir tınısı vardır ama bir türlü çıkaramazsınız nereden bildiğinizi, nereden duyduğunuzu... Kimi gruplar için bu durum aslında çok da güzel değildir. Özgünlükten yoksun olma gibi bir algı uyandırabilir. Kimi nadir gruplar ise bu aşinalık hissi ile daha da bir yakınlaştırır sizi kendisine, Daha bir derine nüfus eder çünkü sizinle uzun zamandır varlarmış gibidirler. Sanki o melodi ile uyumuşsunuzdur gecelerce, sabah alarmı için o albümden bir parça seçmişsinizdir de bir sürü his sinmiştir ses hafızanıza.... İşte Agememnon'u ilk dinlediğimde bunu yaşadım ben. Yeni tanıştığınız birini yıllardır tanıyormuş hissi gibi...
Grubun orijini hakkında kesin bir bilgiye sahip değilim kimi sitelerde İsviçreli oldukları söyleniyor, kimilerinde ise Alman oldukları yazıyor. Bana sorarsanız adamlar İsviçreli (Alman aksanına benzetemedim ingilizcelerini), bilemedim.... Çok da önemli değil bence, aynı evrenin dünyada bilinç kazanmış tozlarıyız en nihayetinde. Hem ayrışmanın bu kadar çok olduğu bir dönemde böyle bir sınıflandırmayı yapmamış olmak bir şey de eksiltmez kimseden, Elmalığımız bakidir, baki kalacaktır. Elmalığı sizden öğrenecek değiliz!. Bırakalım bu işleri... Dinleyelim müziğimizi nefes almak için...
Albüm 1981 yılında yayınlanmış, grubun yayınlanmış tek albümü de bu zaten ( Keşke daha fazla olsaydı demeden edemiyorum). Hernekadar 80li yıllarda yayınlanmış olsa da albüm tamamen 70liyılların ruhuyla kanat çırpmakta. iki uzun parçadan oluşan albümün ilk yüzünde yer alan parçada - part 1- klavyeler özellikle çok lezzetli, kozmik semfonik devingen köşeleri ustalıkla şekillendirilmiş bir yapıya sahip. Akustik başlangıçtan sonra gelen, o iç yakan tonuyla klaveyi ne güzel de yerli yerinde işlemişler parçaya....ahhhh yazarken bir taraftan da dinliyorum. içim cızladı.....
Minotaurus, Epidaurus, Eloy, Pink Floyd...Hepsine de benziyor grup ama kendilerine has bir kokuları da yok değil hani...dinleyin derim. hatta dinledikten sonra düşüncelerinizi de yazarsanız çok sevinirim acaba bende mi oldu bu ''tanıdık'' gelme hissiyatı sadece diye merak ediyorum.
Agememnonun kahramanlıklarını anlatıyormuş sözler... çok da lülü diyip gözlerimi kapatıyorum...ilk parçanın ortalarında duyduğumuz kadın back vokalin ismini bulamadım -Annie Haslam'a da benziyor accık, o değildir kesin- ama grubun diğer elemanları aşağıda:
PART I&II
1. Agamemnon's Youth - Agamemnon, King of Mykene 19:45