1969 yılında Ontario, Kanada'da kurulan Jazz Rock grubudur Lighthouse. Acayip şekilde kalabalık kadrosu ve o kadrodan çıkan bir dolu değişik sesle Jazz Rock ve Fusion janrlarında yer edinmiş kaliteli gruplardan da biridir. Daha önceleri Janis Joplin, Al Kooper, Carlos Santana gibi isimlerle çalışmış olan Skip Prokop'un liderliğinde kurulmuş olan grubun müzikal anlayışı Prokop'un da birlikte çalmayı en çok sevdiği Al Kooper'ın tarzından etkilenerek gelişir. Doğal olarak da ortaya karışık, değişik ve etkileyici albümler çıkar.
Konumuz olan One Fine Morning, Lighthouse'un en iyi albümü değildir ama en popülerleşmiş, samimi ve insanın kanını kaynatan albümlerinin başında gelir. Kurulduktan hemen sonra çıkardıkları 3 albümün ilk ikisi fevkalade olarak nitelendirilebilecek albümlerdir. Üçüncü albüm kötü olmamakla birlikte bu enfes iki albümden sonra biraz geride kalmıştır. Albümün böyle olmasının en büyük sebeplerinden biri de grubun yapımcı firmayla anlaşmazlıklar yaşaması ve kaydedilen albümün yapımcı firmayla son albüm olduğunu bilmelerinden de ileri gelmektedir.
Dördüncü albüm olarak karşımıza çıkan One Fine Morning ise yeni bir başlangıcın ve yepyeni bir vokalin etkilerini içerir. RCA'den ayrılıp GRT'ye geçtikleri sırada vokali devralan Bob McBride sayesinde albümün daha fazla sattığı ve ticari başarı yakaladığı söylenir. Birçok açıdan da doğrudur bu saptama. Zira dördüncü albüm en çok satan albümleri olur ve içinde 2 tane hit single çıkarır. Hatta o kadar başarılı olur ki RCA yanlış yaptığının farkına varır ve adilik denilebilecek bir yaklaşımla, ellerinde kalan Lighthouse parçalarından One Fine Light adıyla bir toplama albüm yapıp piyasaya sunacak kadar ileri giderler. RCA'den çok gruba faydası olur bu yaklaşımın. Daha çok tanınır / bilinir hale gelirler. Bir sonraki yıl kaydedecekleri efsanevi Lighthouse Live konser kaydına da önayak olur.
1974 yılına kadar 3 stüdyo albümü daha yayınlayan grubun müzikal anlayışı grubun kurucusu Prokop'un bile hoşuna gitmez ve ayrılır. Kalanlar yola devam etmek için uğraşsalar da 2 yıl boyunca sadece konserlerde boy gösterirler ve 1976 yılında dağılırlar.
Jazz Rock'tan bahsettiğimizde adlarını sıkça andığımız Blood, Sweat & Tears ve Chicago'nun yolundan ilerleyen Lighthouse, yaptıkları müziğe pek çok türden eklemeler yaparak ilerlemeyi tercih etmişler. Saksafon, Trompet, Trombon gibi üflemelilerin sık kullanıldığı albümlerinde coşkulu parçalara imza atmışlar.
1971 yılında tek albüm çıkartan Westfauster ile ilgili en ufak bir tarihsel bilgiye sahip olamamak gerçekten de üzücü. Çünkü Cincinnati, Ohio'da kurulan grup nefis ezgilere sahip Psychedelic Rock ve Progressive çizgisinde ilerleyen bir albüme imza atmışlar ama kalıcı olamamışlar.
60'ların ortalarından sonra epeyce bilindik gruplar haline gelen The Moody Blues ve Procol Harum gibi bir tarza sahip olan Westfauster müzikal anlayışına kendilerinden bir şeyler katmayı ihmal etmemişler. Son derece yumuşak, sade ama bir o kadar da etkileyici olan In A King's Dream albümü ortalıkta pek bulunmayan albümlerden biri aynı zamanda.
3 kişiden oluşan Westfauster, daha önce de bazı gruplarda yaptığımız 40 kişilik gibi çalma eylemini gerçekten de hakkını vererek gerçekleştiriyorlar. Pek çok grubun 5-6 elemanla yapabildiğini 3 kişiyle de gayet iyi becerebilmişler. Haklarında bilgimiz olmamakla birlikte varsayımsal bazı şeyler üretmememiz için önümüzü kesen bir şey de yok. Grubun klavyecisi C.W. Fauster'dan yola çıkarak adamın ikinci isminin ve soyadının birleşiminden grubun adını üretmiş olabilir diye düşünüyoruz. Bu noktada da doğal olarak müzikal anlayışı belirleyen de C.W. Fauster olmalıdır ki klavyelerin albümde oldukça etkin bir alana sahip olmasından kaynaklı bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
Diğer yandan özellikle Flüt ve Saksafon'un da albüme katkıları bir hayli fazla. Parçalarda pek çok noktadan çıkışı flüt ile gerçekleştirdikleri görünür bir hal almış durumda. Etkili ses efektleri ile birlikte de kulağı gerçekten de mest edecek niteliklere sahip hale gelmiş. Albümün en sade ve insanı en iyi hissettiren tarafı da vokali hiç şüphesiz. Dinledikçe kendinizi daha fazla kaptırıyorsunuz ve albümde, albümdeki parçaların içinde kayboluyorsunuz. Başta dediğimiz The Moody Blues ve Procol Harum benzetmesi burada bir miktar boşa çıkıyor. Her ne kadar her iki grupta da vokal Westfauster'daki gibi sakin ve dingin ilerlese de buradaki vokalin yeri ve tonu bir başka.
Yorucu olmayan bir şekilde Psychedelic ezgileri üreten, o ezgileri geliştirerek Progressive Rock tarzı havaya büründüren ve tüm bunları yaparken de sizi kaybetmeyen bir albüm In A King's Dream. Fazlasıyla sade ama etkileyici.
WESTFAUSTER
Michael Newland / Flüt, Saksafon, Vibrafon
Stephen Helwig / Vokal, Davul
C. W. Fauster / Vokal, Piyano, Harpsichord, Bass, Klavye
1970 yılı başlarında Bielefeld, Almanya'da kurulan Virus, kısa süren ömrü boyunca 2 stüdyo albümü ve 1 konser albümü kaydedebilmiş başarılı gruplardan biridir. Lakin grubun başarısının ikinci albümle hiç alakası yoktur. Tamamen, konumuz olan ilk albümle alakalıdır Virus'ın olayı. Psychedelic Rock, Space Rock, Blues gibi türleri harmanlayarak kendilerine özgü bir anlayış yaratmayı başarabilmişlerdir. İkinci albümde ise grubun tamamına yakını ayrılmış, kalan 2 kişi yeni bir oluşuma gidip Thoughts albümünü kaydetmiştir. Fakat bu albümün ilk albümle ortaya çıkan Virus ile alakası da yoktur. Blues Rock üzerine kurulu olan albüm kendi çapında iyi olmakla birlikte hiçbir zaman Revelation albümünün önüne geçememiştir.
Grubun ayrılan yarısı ise Ken Hensley'i de ayartarak Weed projesini gerçekleştirmiş sonra başka gruplara dağılmışlardır. Hepsinin alanlarında iyi müzisyenler oldukları albümün her yerinden açık ve net bir şekilde belli olmaktadır.
Heavy Progressive Rock ya da Heavy Rock olarak kataloglandırılan grubun türler arası geçişlerle de arası gayet iyidir. Albüme adını veren ve açılış parçası da olan Revelation basit bir Psychedelic Rock şarkısı gibi başlayıp gelişir ve kontrolü kaybederek her yöne doğru gidiş gelişlere dönüşür. Parçanın ortasında bir yerlerde de Rolling Stones'a saygı duruşu niteliğinde Paint It Black cover'ı bulunur. Hemen ardınan gelen ikinci parçada ise iş farklı bir yöne doğru evrilir ve sonlara doğru Pink Floyd'un Saucerful of Secrets'ının koro bölümü yeniden yorumlanır. Her iki versiyon da orijinalleri aratmayacak denli iyidir. Hatta yapılan eklemelerle öncülünü andıran ama başka bir şeye dönüşen parçalardır.
Klavye ve gitarın başı çektiği albümde yaratıcı, yerinde duramayan ve başladığı yere dönmeyen parçalar etkileyici bir hava yaratır. Flüt ise albümdeki seviyeyi biraz daha yukarıya taşımayı başarır. Albümü dinledikten sonra Weed albümünün ortaya çıkmasının tesadüf olmadığı, Ken Hensley etkileri ve dokunuşları olsa da Virus elemanlarının da kendilerinden çok şey kattıkları rahatlıkla anlaşılır. Deep Purple ile karışık bir Psychedelic, Rolling Stones'a selam duran bir Progressive, Raw Material'dan yola çıkıp Jody Grind'e ve Ten Years After'a uğrayan, Pink Floyd'u ise ilk önemiyle hatırlatan enfes bir albümdür özetle.
Bütün hikaye İngiliz anne babadan Tokyo'da doğan Mickey Curtis ile başlıyor. Japon kültürünü fazlasıyla benimseyerek hayatını sürdüren Curtis, 60'ların ortalarında aynı anda hem City Crows hem de Vanguards isimli iki pop grubunun solisti olarak müzik yaparken bir anda bir Satori (aydınlanma) yaşıyor ve yaptığı her şeyi bırakıp Rock müziğe yöneliyor. 1967 yılında Samurais adıyla kuruyor grubu. İsim zaman içerisinde değişerek Samurai'a dönüşüyor.
Dönemin Japon rock müzik arenasının karmaşıklığı ve özgünlük arayışı düşünüldüğünde belki de en iddialı lafları edenlerden biri de hiç şüphesiz Mickey Curtis. Adam, kendi kültüründen beslenen bir Japon Rock müzik anlayışının yaratılması için hem elinden hem de dilinden gelen her şeyi yapmış diyebiliriz.
Pop'tan Rock'a geçiş aşamasında epeyce değişik çalışmalar yapmış Curtis. Ama yolu belirginleşmeye başlayınca kaydettikleri albüm tam anlamıyla bir Progressive Rock albümü olmuş. Grup, 2 albüm çıkarıp dağılmış olsa da bu tarz Japon müziği konusunda gerçekten de özel bir yerde duruyorlar. İlk albümün kayıtlarına başlamalarına dek geçen 2 yıllık süre boyunca grup olarak pek çok konser ve canlı performans sergilemişler. Bu dinletilerde kazandıkları deneyimlerin yansıması albümün her yerinde de belli oluyor zaten.
Grubun ve albümün önemli bir noktasının bizi Tetsu Yamauchi ile tanıştırması olduğunu da not olarak ekleyelim. Daha sonraları Free'deki tiplerle bir araya gelip hem bağımsız bir albüm kaydeden hem de Free'nin son albümünde yer alan Tetsu bu yani.
Albümün içerisinde bu tarz albümlerde sık rastladığımız türler arası geçişler, bağımsız yaklaşımlar ve folklorik etkiler de bir hayli fazla. Parçalar İngilizce söylenmiş olsa da Japon folkloru ile birleşip gelen bir yapıya sahip. Blues ve hatta ara ara kulağa gelen Psychedelic Rock etkileşimleri albümü farklı bir yere taşıyor. Heavy Progressive Rock'ın en iyi örneklerinden biri olarak listeye yazabiliriz.
Sade görünen ama sadelikten uzak, iddiasız gibi duran ama onunla hiç alakası olmayan, yaratıcı, değişik ve tuhaf bir albüm Samurai. Dinledikçe etkilerini daha fazla hissettiğiniz, etkisi altında kaldıkça kendinizi daha fazla kaybettiğiniz, kayboldukça da kendinizi bulduğunuz türde bir albüm.
Albümün LP versiyonu iki plaktan oluşurken daha sonraları piyasaya sürülen CD verisyonunda parçaların yerlerinin değiştirildiğini belirtelim. Aşağıdaki de CD versiyonudur.
Amerika'da ortaya çıkan, gelişip yaygınlaşan Psychedelic Rock önce İngiltere'ye ardından da Avrupa'ya sıçradığında açıkçası çok büyük etkiler yaratmadı. Zira o sırada bahsi geçen bölge Rock müziğin başka türevleri ile haşır neşir durumdaydı. Ama arada çıkan iyi niteliklere sahip pek çok Psychedelic grubu da var. Northwind de onlardan biri. 1970 yılı sonlarında kurulmuş olduğu ve tek albüm kaydedip dağıldığı dışında hakkında çok fazla bilgiye sahip olmadığımız grup kısa ömürlü ama geride iz bırakan gruplardan aynı zamanda.
Kendilerine has, yumuşak, genişleyen ve ilerleyen bir müzikal anlayışa sahipler. Öyle çok karmaşık, birbirinin içinden geçen düzenlemeler beklemeyin tabi. Sade bir şekilde ilerleyip belirli yerlerde gezinmekle yetiniyorlar. Parçalar tekdüze olmaktan öte. Diğer yandan Amerikan tarzı Psychedelic Rock ile de pek alakası yok. Benzerlikler gösterdiği yerler olmakla birlikte ufak tefek ayrıntılar olmaktan öteye geçmiyor.
Albümün daha popüler olma çabası, kaygısı ve havası var gibi görünüyor. Fakat bunu yaparken basit melodilerle sıradan bir hale getirmek yerine ince ince işleyerek yol almayı tercih etmişler. Bu sebeple de parçalarda türler arası geçişlere sık sık rastlıyorsunuz. Blues, Rock'n Roll hatta bazı noktalarda Jazz etkileşimleri bile duymanız mümkün.
Enstrümanlar albümde iyi kullanılmış ama belirgin şekilde ayırıcı özelliklere sahip değiller. Gitarların öne çıktığı bölümlerde ritim bölümünün de fena halde coştuğunu, içten bir şekilde gitara eşlik ettiğine tanık oluyorsunuz. Klavyelerin de albümün alt yapısına katkısı büyük. Çok fazla öne çıkmadan ikincil enstrüman olarak kullanıldığını belirtmeden geçmeyelim klavyenin. Psychedelic gruplarının çoğunun aksine bir durum anlaşılacağı üzere.
Albümde en çok etkisiz kalan şeyin vokal olduğunu söylemek de istemezdik, lakin durum maalesef bu. Daha etkili, ses özelliklerine sahip bir vokalle birlikte parçalar çok fazla öne çıkabilir, daha kaliteli işler haline gelebilirmiş gibi görünüyor. Vokalin tonunda kalabilmek adına sanki bütün enstrümanlar belirli bir sınırı geçememek için uğraşıyorlar gibi de duruyor bazı noktalarda.
70'lerin başına sarkan Hippi müziği, yumuşak etkiye sahip Psychedelic Rock ile birleşen Folk Rock sevenlerdenseniz, albüm pek çok açıdan tatmin edici gelecektir.
NORTHWIND
Brian Young / Lead Vokal, Elektrik Gitar, Akustik Gitar
Genelde daha az bilinen, pek göz önüne çıkmamış grup ve albümlerini yorumlamaya çalıştım hep. Ama fark ettim ki üzerine destanlar yazılacak albümleri yorumlamaktan geri kalmışım. Bu sefer herksin, dinlese de dinlemese de bir şekilde duyduğu ve bildiği bir albüm ile devam edeyim dedim.
Yıllar ilerledikçe, dinlenilen grup ve albüm sayısı arttıkça hani o hep “en çok sevdiğin 10…” ile başlayan sorunun cevabını vermek daha da zorlaşmakta. İlk 10’a 100 tane albüm koysan yine de bir şeyler dışarıda kalır hep, liste dışı kalanlara da haksızlık etmiş gibi hisseder insan kendini.
Ama öyle albümler vardır ki o listeyi dillendirmesen dahi hep orada olduğunu bilirsin ya, işte Comus - First Utterance da benim için böyle bir albüm. Asla vazgeçemediğim, plağını aldığımda çocuk gibi mutlu olduğum, albüm kapağını tshirtüme bastırdığım, 2008 yılında yeniden birleşmeleri sonrasında konserlerine bilet aldığım benim için çok özel bir grup.
Daha önce defalarca “Gentleoctopus” un da benim de yazdığımız gibi albümleri yorumlamak, subjektif algımızın süzgecinden geçirerek objektif bir tanımlama-benzetme yapıyor olmak oldukça zor. Hele ki konu First Utterance gibi bir albüm ise bu durum çok ama çok daha fazla zorlaşıyor.
Size desem ki baterinin olmadığı, elektro gitarın neredeyse hiç bulunmadığı, flüt, keman ve akustik gitar üzerine inşa edilen, kadın vokalin süslediği bir albümdür bu hemen aklınıza neşeli, doğa motifli, mavi gökyüzünden bahseden pastoral folk bir albüm gelebilir. Veya size albüm kapağını göstersem ve desem ki ölümden, işkenceden bahseden oldukça rahatsız edici sözlere sahip, bu sefer de aklınıza daha gothic veya sert bir tarz gelecektir. Ancak bunların hiçbiri değil, hatta yakınında dahi değil. Birçok blog veya sitede “folk” ibaresi görürsünüz ki bu oldukça hatalı ve yetersiz bir tanımlamadır.
Albümde Folk temaları olduğu doğru ama oldukça depresif, karanlık bir atmosfere sahip olduğunu belirtmem lazım. Birçok progressive albümde de göreceğimiz üzere git gel leri, iniş-çıkışları olan tezatlar üzerine inşa edilmiş bir albüm. Şarkılara göre kadın-erkek vokal dağılımı veya birlikteliği, albümün en çarpıcı unsurlarından biri olan sözler ile tam uyuşmakta. 20 yaş ve altındaki bu gençlerin bu seviyede söz yazıyor olması çok enteresan ve tüyler ürpertici. Ayrıca sadece müzik ile de kalmamışlar, albümün kapağı grubun lideri diyebileceğimiz ana söz yazarı ve lead vokalist “Roger Wooten” a iç kapak çizimi de Akustik Gitarist ve perküsyonist “Glen Goring” e ait. Şiir, müzik, resim…Yaptıkları albümün bu denli farklı oluşunun altında çok yönlü yaratıcılığa sahip olmaları bence en önemli unsur.
1971 çıkışlı albümün ilk şarkısı aynı yıl single olarak da çıkardıkları “Diana”. Yukarıda da belirttiğim gibi tezatlar üzerine kurulmuş albüm daha ilk şarkıda size bu havayı veriyor. Albüm kayıtları sırasında henüz 16 yaşında olan Bobbie Watson’un yumuşak kadın vokali ile Roger Wooten’ın distorted, yırtık sesinin harmanlandığı, Colin Pearson’ın ara ara keman ezgisi ile yürüyen kısa bir prelüd.
Herald albümün ikinci, başında ve sonunda Watson’ın harika sesi ile bezenmiş albümün en “sakin” çalışması. Gitar,keman obua ve flüt ile başlayan ilk bölümden sonra akustik gitar ile başlayan ve kemanın ve flütün de dahil olduğu vokalsiz, deneysel bir bölüme geliyor sıra. Şarkının sonu da başladığı gibi “sakin” ve huzurlu bitiyor. Bundan sonrası başka bir hikaye.
Ve geldik albümün tepe noktalarından birine belki de en üstüne, “Drip Drip”. Hangi açıdan incelemeye başlamak lazım bilemedim. Aklıma ilk gelen tanımlama “sevdiği kişiyi öldüren, ölümüne şahit olan birinin içi çatışması” şeklinde…hem bir cani hem de bir aşık. Sakin başlayan şarkı perküsyon ve akustik gitar ile yükselmeye başlıyor.
“Your soft white flesh turns past me slaked with blood”
Şarkının en can alıcı noktası kesinlikle Wooten’ın vokali. Kuvvetli bir sese sahip olmasa da sözlerin ruhunu o kadar iyi anlatıyor ki ne dediğini anlamayan bir insan dahi neden bahsediyor olabileceğini az çok tahmin edebilir diye düşünüyorum. Müzik tarafında ise Colin Pearson’ın kemanı başlı başına konuşulması gereken başka bir konu.
“Your lovely body soon caked with mud
As I carry you to your grave my arms your hearse”
Çok enteresandır, genelde ilk dinlemede şarkılara vurulurum ama bu durum bu şarkı için geçerli değil ve bunu hisseden tek kişinin de ben olmadığımı biliyor olmak işi biraz daha garipleştiriyor. İlk dinlediğimde keman dikkatimi çekmişti ve Wooten’ın vokalinin şarkıyı bozduğunu düşünmüştüm. Ama “güzel” dediğim bir şarkı olduğu için tekrar tekrar dinledim.
“You stand before me defenceless
Your stare unchanging silent, cold, intense sears my brain”
Her dinlemem şarkıya olan bağlılığımı arttırdı. Sanırım 7 veya 8. Dinlemem olacak, düşündüğüm ilk şey bu şarkıyı Roger Wooten’dan daha güzel söyleyecek birinin olamayacağı yönündeydi. Sonra bunu annem başta olmak üzere farklı insanlar üzerinde denedim.
“You will softly rest your pale beauty enshrined by the sweet glade
Your body at peace even the earth will fill the crack where entered my blade
Where entered my blade”
Hep aynı şey oldu… ilk dinleme sonrası “şunu bir daha açsana” sonra bir daha, bir daha…ardından “muhteşem” yorumu yapıldı genelde. Bir gün Drip Drip ile ilgili yabancı yorumları okurken bnzer bir deneyime rastladım. “Birkaç dinleme sonrası müptela” olmaktan ve bunu benim gibi nasıl olduğunu anlayamadığından bahsediyordu.
Şarkı, yükselme sonrası şarkı içi şarkı olarak tanımlanabilecek ara bir bölüme geçiyor. Daha psychedelic olan bu bölümde Wooten ve Watson’ın karışan seslerine akustik gitar öncülük ediyor.
Sonra tekrar duruluyor ve Wooten’ın karakterize ettiği cani, şeytansı kişiliği (I’ll be gentle) ile yine kendisinin (Not to hurt you) canlandırdığı üzgün ve sevdiği kişiyi son kez uğurlayan kişiliğin çatışma anına geliyor.
“Yea, shall I cut you down
Yes 'twould be a last physical communion
I'll be gentle I'll be gentle I'll be gentle I'll be gentle
And not hurt you
Oldukça etkileyici olan ve Opeth’in “My arms Your Hears” albüm ismine ilham kaynağı olmuş bu şarkının daha uzun yorumları hak ettiğini düşünüyorum ancak bir yerde durmak lazım.
Sıradaki şarkı “Song to Comus”. Albümün tepe noktalarından biri daha. Tipik agresif, şeytansı Wooten vokali ve Akustik gitar ile yavaşça başlayan şarkı, içerisinde birçok iniş-çıkışı barındırıyor. Keman ve flüt kullanımı oldukça etkileyici ve tüm albümün şarkıları gibi karanlık bir atmosfere sahip. Wooten sesi ile yine çok iyi bir iş çıkarıyor. Ara ara keman ile gelen pastoral folk ruh Wooten ile bir anda paramparça oluyor.
“The Bite” başlı başına bir başyapıt olarak adlandırılabilecek harika bir çalışma. Metronomu yüksek olan bu şarkı etkileyici bir girişe sahip. Albümün genelinde görülen Watson’ın melodik melekleri andıran back vokali ve Wooten’ın sert ve agresif sesi beraber yürümekte. Tezatın harika uyumu burada da mevcut. Yine ölümden bahseden, asılan birini konu alan şarkıda Colin Pearson Keman, Rob Young Flüt ile burada da çok iyi bir iş çıkarmaktalar.
“Bitten” deneysel ve psychedelic kısa bir parça. Karanlık ve depresif başlayan şarkı Keman ile yükseliyor ve aniden bitiyor. Kraut atmosferine en yakın çalışma bu diyebilirim.
“The Prisoner” Bitten’ın bıraktığı yerden başlıyor. Watson ve Wooten’ın düeti şeklinde devam eden parça tam bir Comus şarkısı. Ancak önceki parçalar ile karşılaştırıldığında görece olarak daha az etkili olduğunu söylemek lazım. Drip Drip teki perküsyonun ön planda olma durumu burada da mevcut.
Genel olarak tarif etmesi oldukça zor olan ama bir o kadar da güçlü ve etkileyici bir baş yapıt. Evet kesinlikle bir baş yapıt, hem de bir tane daha örneği olmayan türden. Keyifli dinlemeler…
COMUS
Roger Wootton / Lead Vokal, Akustik Gitar Glen Göring / Slide Gitar, 6 & 12 Telli Akustik Gitarlar, Elektrikli Gitar, El Davulları, Vokal Colin Pearson / Keman, Viola Rob Young / Flüt, Obua, El Davulları Andy Hellaby / Fender Bass, Slide Bass, Vokal Bobbie Watson / Vurmalılar, Vokal
FIRST UTTERANCE
01. Diana (4:37) 02. The Herald (12:12) 03. Drip Drip (10:54) 04. Song to Comus (7:30) 05. The Bite (5:26) 06. Bitten (2:15) 07. The Prisoner (6:14)
Finlandiya'dan adı sanı duyulmamış, hatta albümün yayınlandığı dönemde bile neredeyse hiç bilinmeyen bir Progressive Rock, Jazz Rock ve Crossover Prog grubu Session. Çok kısa sürede kurulup bir o kadar kısa sürede albümü kaydedip aynı hızla da dağılmayı başarabilmişler. Haklarında çok fazla bilgi yok. Ama tek albümlü efsaneler listemize tartışmasız dahil olabilecek kadar da iyiler.
Özellikle Psychedelic Rock ve Folk'tan beslenen yapısıyla, İskandinav kökene sahip olmalarıyla sade, düz ve özelliksiz bir şeyler bekleyenlerin beklentilerini boşa çıkartan bir grup Session. Fazlasıyla melodik, hareketli, tempolu, neşe dolu, cıvıl cıvıl, coşkulu bir grup ve albüm.
Fince yaptıkları parçalarda Finlandiya ve İskandinav folklorundan pek çok öğe barındırıyorlar. Ama bunu yaparken de kendilerine has bir yapı oluşturmayı başarabilmişler. Jazz'a evrilen oradan Rock'n Roll izlenimi yaratan, arada popülerleşecekmiş gibi görünüp bir anda ters yöne doğru koşturmaya başlayan tuhaf, değişik ve eğlenceli. Bazı noktalarda Allman Brothers Band bir yerlerden fırlayacakmış gibi hissettiriyorlar, bazı yerlerde ise Canterbury Scene'e yakın duruyorlarmış izlenimi yaratabiliyorlar.
Finlandiya'daki küçücük bir kasabadan çıkıp 1972 yılında bir Rock müzik yarışmasına katılıp üçüncü olan Session (ikinci olan grup da Tabula Rasa'ymış bu arada!) başarılı bir albüm kaydı yapmış olmakla birlikte ticari başarıyı yakalayamamış gruplardan aynı zamanda. Tabi grup elemanlarından bazılarının albümün başarısından da emin olmadığı, grubun da bu yüzen dağıldığı söyleniyor. Doğru olabilecek, doğru olduğunda da şaşırtmayacak bir fikir bu. Southern Rock, Psychedelic, Folk, Hard Rock, Jazz gibi pek çok müzikal tarz içerisinde gidip gelen bir anlayışa sahipler. Doğal olarak bu da beğeni düzeyini epeyce zorlayan bir durum ortaya çıkarabiliyor.
Türler arası geçişleri bir hayli fazla olmakla birlikte, kişisel olarak fena hale beğendiğim albümlerden, sevdiğim gruplardan biri Session. Tuhaf bir bakış açıları var yaptıkları işe. Belirli bir yapıyı savunuyor gibi görünmüyorlar. "Saldım çayıra.." havası sezinleniyor albümün her bölümünde. Buna rağmen ortaya çıkan sonuç hiç de kötü, sıkıcı ya da anlamsız değil. Daha ilk dinlemede ne kadar iyi olduklarını görebilirsiniz.
1970 yılında Newcastle'da kurulan Beckett uzun yıllar uğraştıktan sonra tek albüm kaydedip dağılan gruplardan biri. Adı, sanılanın aksine yazar olan Samuel Beckett'tan gelmiyor. 1964 tarihli, baş rollerini Richard Burton ve Peter O'Toole'un paylaştığı Becket filmine dayanıyor. İsim ararlarken gitarist Arthur Ramm izlediği bu filmden yola çıkarak "neden Becket olmasın" sorusunu soruyor. Grubun kalan kısmı da ismi beğeniyor ama tanıdıkları başka bir müzisyen (Ted Hooper olduğu söylenir) "sonuna bir T daha eklerseniz güzel görünür" tavsiyesini verince de grubun adı kesinleşmiş oluyor.
Beckett, çok uzun süre konserlerde çalmış, pek çok farklı, iyi ve bilinen grubun da ön grubu olarak sahne almış, deneyimli bir grup. Rod Stewart and The Faces ile sahneye çıkmaya başladıktan kısa süre sonra Free'nin ilk büyük turnesinde ön grup olma şansını elde ediyorlar. Ardından da o dönem fırtına gibi esen UFO'nun ön grubu olarak sahneye çıkıyorlar. Captain Beefheart, Alex Harvey ve Slade ile de İngiltere turnelerinde destek grubu olarak birkaç defa ülkeyi dolaşıyorlar.
Bu arada belirtmek gerekir ki Beckett bir hayli fazla eleman değişikliği yaşamış gruplardan da biri olarak anılıyor. 20'ye yakın müzisyen Beckett saflarına katılıp ayrılmış. İlk dönem çok beğendikleri vokalistleri Rob Turner ise verdikleri bir konserin ardından alkollü bir şekilde otostop çekmeye çalışırken kazaya kurban gitmiş. Bir araba çarpıp kaçtıktan sonra Turner ayağa kalkıp bir süre daha yürümeye devam etmiş, ama fena halde iç kanaması olduğu için sallanarak yürüdüğünden dolayı yoldan geçen bütün arabalar onu sarhoş zannedip almamışlar.
Bütün zorluklara ve şanssızlıklara rağmen grup 1974 yılında Roger Chapman'ın da büyük desteğiyle albüm kayına başlamış. Kısa sürede kaydedilen albüm ticari olarak başarıyı yakalamaya fırsat bulamadan grup dağılmak zorunda kalmış. Pek çok kaynak ve eleştirmen Beckett'i Progressive Rock janrı içerisine koymamak konusunda kararlı ve ısrarcıdırlar. Bazı açılardan doğru olmakla birlikte janrın dışına itilecek kadar da keskin hatlar da yoktur bu konuda. Heavy Progressive Rock ya daHeavy Rock grubu daha iyi tanımlayabilir ama içerisinde bolca Progressiveetkiler de görülmektedir.
70'lerin başında bir hayli yoğun ve karmaşık durumda olan İtalyan rock müziği içerisinde bir anda parlayıp sönen yıldızlardan biri de Cincinnato. Tarihçesi hakkında çok fazla bilgi yok. Ama deneyimsiz ve hiç bilinmeyen müzisyenler tarafından kurulmuş, şans eseri denilebilecek bir şekilde albüm anlaşması yapmış ve tek albüm kaydedip dağılmışlar.
1970 yılı başlarında kurulan grup önceleri Eros Natura adıyla biliniyorlarmış ama albüm anlaşmasını yaptıklarında yapımcı firmanın ısrarı ile isim değişikliğine gitmişler. Tek albümlü efsaneler listemizde kendine yer bulabilecek niteliklere sahip olan albüm 3 gün gibi kısa bir sürede, stüdyodan hiç çıkmadan kaydedilmiş. Progressive etkileri bir hayli fazla olan bu Jazz Rock ya da daha doğru tanımla Fusion albümü 4 parçadan oluşuyor. Albümün ilk yüzünde 3 parça bulunuyor ve parçalara genel olarak piyano üzerine kurulmuş bir şekilde ilerliyor. Fakat arada bir hayli ilgi çekici gitar atraksiyonları mevcut.
Bazı yerlerde melodik bir yapıya bürünse de ilk bölümün parçalarının genelinde fazlasıyla rahat bir yapı mevcut. Pek çok müzik türü ve tarzına giriş çıkışlar yaparak parçaları ilginç hale getirmişler. Hızlı ve agresif bir şekilde başlayan parça bir yerde bambaşka bir yere eklemleniyor ve siz nerede kaldığınızı bile hatırlayamaz durumda buluyorsunuz kendiniz.
Grup elemanlarının, Eros Natura iken kendilerini Art Rock olarak tanımlamış olmaları Cincinnato dönemi için pek geçerli bir durum değil. Jazz kalıplarını bir hayli zorlayarak ilerledikleri albüm boyunca "Art"a yakışır pek çok bölüm bulunmakla birlikte grubun Art Rock tanımlaması içerisine girmediğini, girmemesi gerektiğini belirtelim. Adamlar her anlamda Jazz'ın içinden geçerek kendilerine bir yol çiziyorlar. Jazz'ın pek çok dönemine ait izler bulunuyor albümde. Özellikle avangart yaklaşımlar bir hayli fazla. Dikkatli dinleyiciler için ise albümün pek çok yerinde Bop da Big Band de bulunuyor demekle yetinelim.
Sıkıcı ve boğucu olmayan Cincinnato albümünde favori parça belirlemeye çalışmayın, zira pek mümkün değil. Oldukça zorlayıcı bir şekilde uğraşıp durmanız gerekir. Albümün geneli fazlasıyla etkileyici ve yaratıcı pasajlar içeriyor. Dinlemekle yetinmez de bazen güzeldir.
1969 yılında kurulan Splash, 10 yıl süren ömrüne 3 albüm sığdırabilmiş İsveçli bir Jazz Rock ve Fusion grubu. Kuruldukların itibaren, oldukça başarılı pek çok canlı performans sergilemişler ama albüm kaydına girebilmeleri ancak 1972 yılında olmuş. İlk albüm bu yıl içerisinde yayınlanırken konumuz olan ikinci albüm ise 1974 yılında piyasaya çıkmış. Üçüncü ve son albüm ise 1978 yılında dinleyiciyle buluşuyor ve albümden 1 yıl sonra da grup bir daha birleşmemek üzere dağılıyor.
Temelde 8 kişilik bir kadroya sahip olan Splash'ın 1974 yılı albümünde çalanlar toplamda 12 kişi. Sayı bu kadar fazla olunca doğal olarak albüm planlı bir hareketten çok Jam Session'larla ilerleyen bir yapıya bürünüyor. Zaman içerisinde kazandıkları deneyimlerin albümdeki bu yapıya büyük katkı sağladığını belirterek başlayalım. Uzun süre boyunca bir arada çalan grup elemanları arasında müzikal anlamda büyük bağlar bulunuyor Yani kim nerede nasıl gireceğini ya da duracağını biliyor.
Splash'ın müzikal anlayışını ilk dönem Chicago'nun müziğiyle benzeştirmek yanlış olmaz. Şüphesiz bire bir aynı değiller ama yapısal benzerlikler çok fazla. Yine de bütün benzerliklerin yanında Splash'in kendine has bir yapısı da bulunuyor. Öyle ki grubun müziği tam olarak Jazz olmadığı gibi Rock içerisinde girmesini sağlayan pek çok şey de tuhaf şekillerde kullanılarak, iş daha da garip hale getirilmiş.
Trompet, Trombon, Saksafon, Flüt gibi üflemelilerin bir hayli fazla olduğu albümde gidiş yönünü Rock ekipmanları belirlese de albümün her yerinden de Jazz akıyor denilebilir. Tempo artıp azalır gibi görünmekle birlikte çok fazla bir ilerleme kaydedemedikleri de ortada. Albümdeki tempo hemen hemen hep aynı yerde seyrediyor. 42 dakikadan oluşan 3 parça ile bu tip bir tempo anlayışını tercih etmek oldukça riskli görünse de Splash bu işin altından oldukça iyi bir şekilde kalkıyor. Herhangi bir saçmalığa mahal vermeden, ritim konusunda aksaklık ya da problem yaşamadan, tempoyu belirli bir seviyede tutup çok fazla dağılmasını engelleyebiliyorlar.
Bu etkide özellikle üflemelilerden gelen destek çok fazla. Temponun artmaya başladığı yerlerde araya girip belirli bir seviyede sabitlenmesini kolaylıkla sağlıyorlar. Değişik bir albüm işte...
SPLASH
Christer Jansson / gitar, Keman, Vokal
Thomas Jutterstrom / Piyano, Org, Synthesizer, Keman, Vokal