Şüphesiz ki Desire, Bob Dylan'ın en iyi albümlerinden biri değil. Ondan önce sayılabilecek en az 5-6 albüm çıkar. Ama Best Of kıvamı taşıyan, bütün parçaları aklınıza kazınan albümlerinin de başında gelir. Dylan'ın en çok satan albümlerinden de biridir ayrıca. Bundaki en önemli nokta, bu albümde müziğini daha popülerleşen bir yapıya dönüştürmesidir. Yanlış yaptığını, albümün önceki albümlerle karşılaştırıldığında cıvık olduğunu söyleyenler bile var. Eleştirilere kulak tıkamadan dinlenilmesi gereken albümlerden de biri Desire.
Yapıcı ve yıkıcı eleştirilerin neticede vardığı yer her seferinde daha popülerleşme sonucu oluyor. Unutulan bir şey var ki o daha büyük saçmalık. Albüm yayınlandığında Bob Dylan zaten popüler bir müzisyendi. Hem de neredeyse 20 yıllık kariyeri olan bir müzisyen. Atıp tutarken de dikkatli olmak, söylenilenlerin nereye gideceğini düşünmek lazım.
Yeri gelmişken belirtelim, Desire ile ilgili yapılan ya da yapılabilecek olan eleştirilerin hepsi kişiselleştirilmiş tercihler üzerinden oluyor. Bu da karşı tarafı hiçbir zaman bağlamıyor doğal olarak. Albümün baştan sona umut ve coşku içerdiğini söylemek lazım. Arada One More Cup Of Coffee ve Sara gibi insanı derinden etkileyip yerden yere vuran parçalar olsa da geneline coşku hakim demek yanlış olmaz. Fena halde insanın içinde yoğun duygular oluşturuyor.
Kimi zaman eleştirel kimi zaman dünyadan kopuk ve fazlasıyla özele indirgenmiş sözler içeriyor olsa da dinleyen herkesin kendinden bir şey bulabileceği albümlerin de başında geliyor Desire. Havası oldukça değişik. İnsanın içine içine işliyor. Muhtemeldir ki öyle bir amaçla yapılmamış ama verdiği hissiyat genelde de böyle oluyor.
Malum, ülkenin durumu, son yıllarda yaşadıklarımız, deprem, seçim süreci, o, bu derken kafayı yeme, kendinden geçme, kendi iç kontrolünü kaybederek dünyadan, insanlardan uzaklaşma safhasına kadar geldik neredeyse. Çoğunlukla kendimizi Orkların saldırmak üzere olduğu Miğferdibi'nde Orkların gelişine bakanlar gibi hissediyoruz. İşin sonunun nereye varacağını bilemeden, elimizde kalan her şey ile birlikte bekliyoruz bu ara sadece. Ha, Desire bu hissiyatımızı alır mı, bizi rahatlatır mı, kendimize gelmemizi sağlar mı.. sağlamaz tabi. En azından bir süre daha dayanmanızı sağlar ama. Umut ve coşku veren bir albüm dedik işte, daha ne diyelim!
70'lerin İspanya'sından çıkma enfes gruplardan biri de Fusioon. Barcelona'da kurulan 4 kişilik grup, ardı ardına çıkardıkları 3 albümle bir anda parlamış ama devamını getirememiş. Halbuki bu konudaki potansiyelleri de bir hayli fazlaymış aslında. Ama bir arada durmayı başaramamışlar. Zaten genelde bu tip grupların en büyük açmazının da bu durum olduğunu artık öğrendik.
1972 yılında kaydettikleri ilk albümün ardından çıktıkları konserlerde epeyce bir tanınıp, fazlaca kitleye ulaşmışlar. 1974'de ikinci, 75'te ise üçüncü albüm gelmiş. Çok büyük boyutlarda bir ticari başarı kazanamamış olsalar da ortalamanın da üzerinde para kazanmışlar.
Fusioon'un tarzı Eclectic Prog ya da (başka kaynaklara göre, grubun adından da anlaşılacağı üzere) Fusion olarak özetleniyor. Sanki Eclectic Prog biraz daha doğru gibi. Birbirini takip eden, birbirine bağlanan pek çok tür ve bu türler içerisindeki tarzları barındırıyor albümleri. Konumuz olan ilk albümde Klasik Müzik, Folk, Jazz, Symphonic Rock gibi türler ilerlemeci bir pota içerisinde eriyor. Hayli etkileyici ve başarılı bir albüm Fusioon. Kendilerine ait bir tarz yaratmış olsalar da parçaların bazı yerlerinde King Crimson, Tangerine Dream, Jethro Tull, Emerson, Lake & Palmer, Ekseption ve hatta Gentle Giant'e öykünen bölümler de bulunmuyor değil.
Yukarıda bahsettiğimiz türlerden en fazla Jazz tarafından besleniyorlar. Bu nedenle de parçalar daha bir görkemli, zorlayıcı ve üst seviyede duruyor. Dönemin başarılı pek çok İspanyol grubundan farklı olarak tarzları daha değişik bir çizgide ilerliyor. Albümde enstrüman kullanımları inanılmaz derecede iyi. İlk albüm olmasına rağmen grup elemanlarının yıllardır birlikte çalıyor olduğunu düşünebilirsiniz rahatlıkla. Aksaklık ya da tuhaf durumlar yaşamadan baştan sona albümü tamamlıyorlar.
Albüm etkileyici olmasının yanında bir hayli de coşkulu. Lakin parçaların intro kısımları daha dipten başlarken, ilerleyen bölümlerde yakalıyorlar coşkuyu. Sanki tutan bir yöntem bulduk, kaptırın gidelim mantığıyla yapılmış gibi geliyor dinleyene. Onun dışında albümle ilgili söylenebilecek kötü şeylerin sayısı çok azdır.
Arada İtalyan tarzına yaklaşan bir tarafları olsa da (Goblin'i duymuş gibi oluyorsunuz bazen) değiller. Ama İspanyol olduklarını söylemek de gerçekten zor. Alışkın olduğumuz İspanyol tarzı ya da Flamenco'dan gelen gitar yaklaşımları burada yok. Daha değişik, daha farklı ve gerçekten de iyiler.
Daha önce blogda The Beatles'ın adı defalarca geçti. Ama bloga eklememişiz hiç. Ekleyelim.
Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band, İngiliz rock grubu The Beatles'ın 26 Mayıs 1967'de yayınlanan 11. stüdyo albümüdür. Albümün yapımcılığını George Martin üstlendi ve Londra'daki Abbey Road Studios'ta kaydedildi. Tüm zamanların en etkili ve önemli albümlerinden biri olarak kabul edilir ve 2003 yılında Rolling Stone dergisinin Tüm Zamanların En İyi 500 Albümü listesinde bir numara olmuştur.
Albüm, Beatles'ın önceki çalışmasından büyük bir sapma oldu. Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band adlı kurgusal bir grup tarafından birbirine bağlanan şarkılarla bir bütün olarak kavramsallaştırılan ilk albümdü. Albümde ayrıca elektronik enstrümanların kullanımı ve farklı müzik tarzlarının birleştirilmesi gibi bir dizi yenilik de yer aldı.
Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band, kritik ve ticari bir başarıydı. Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri'nde liste başı oldu ve dünya çapında 30 milyonun üzerinde kopya sattı. Albüm, Yılın Albümü de dahil olmak üzere dört Grammy Ödülü kazandı.
Albüm, yenilikçi sesi, karmaşık sözleri ve genel konseptiyle övgü topladı. Bir dizi başka sanatçıyı etkilemekle tanınır ve 20. yüzyılın en önemli albümlerinden biri olarak kabul edilir.
Albüm, "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band" adlı başlık parçasıyla açılıyor. Şarkı kurgusal grubu tanıtır ve albümün geri kalanının tonunu belirler. Şarkı, müzik ve yaratıcılığın bir kutlamasıdır ve bir dizi farklı müzik tarzına sahiptir.
İkinci parça, "With a Little Help from My Friends", klasik bir Beatles pop şarkısıdır. Şarkı, bir arkadaşın yardım çağrısıdır ve akılda kalıcı bir melodiye ve unutulmaz bir koroya sahiptir.
Üçüncü parça, "Lucy in the Sky with Diamonds", saykodelik bir başyapıt. Şarkı, genç bir kızın zihninde bir yolculuktur ve gerçeküstü ve rüya gibi bir atmosfere sahiptir.
Dördüncü parça olan "Getting Better", kişisel gelişim hakkında olumlu ve moral verici bir şarkıdır. Şarkı, hepimizin kendimizi daha iyi hale getirebileceğimizi hatırlatıyor ve akılda kalıcı bir melodi ve olumlu bir mesaj içeriyor.
Beşinci parça "Fixing a Hole", yalnızlık ve izolasyon hakkında daha içe dönük bir şarkı. Şarkı, hepimizin birbirine bağlı olduğunu hatırlatıyor ve güzel bir melodi ile Beatles'ın en dokunaklı sözlerinden bazılarını içeriyor.
Altıncı parça "She's Leaving Home", evden kaçan genç bir kız hakkında yürek burkan bir türkü. Şarkı, kaybetmenin acısının güçlü ve dokunaklı bir keşfi ve Beatles'ın en duygusal vokallerinden bazılarını içeriyor.
Yedinci parça "Being for the Benefit of Mr. Kite!" Sirk temalı, enerji ve heyecan dolu bir şarkı. Şarkı, hayatın ve yaşama sevincinin bir kutlamasıdır ve akılda kalıcı bir melodiye ve Beatles'ın en unutulmaz sözlerinden bazılarına sahiptir.
Sekizinci parça, "Within You, Without You", aşkın gücü hakkında güzel ve ruhani bir şarkı. Şarkı, hepimizin birbirine bağlı olduğunu hatırlatıyor ve unutulmaz bir melodi ile Beatles'ın en ruhani sözlerinden bazılarını içeriyor.
Dokuzuncu parça "When I'm Sixty-Four", yaşlanmayla ilgili büyüleyici ve nostaljik bir şarkı. Şarkı, hayatın bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor ve akılda kalıcı bir melodi ve Beatles'ın en komik sözlerinden bazılarını içeriyor.
Onuncu parça "Lovely Rita", bir metrelik hizmetçi hakkında neşeli ve eğlenceli bir şarkı. Şarkı, her günün bir kutlamasıdır ve akılda kalıcı bir melodiye ve Beatles'ın en akılda kalan sözlerinden bazılarına sahiptir.
On birinci ve son parça olan "A Day in the Life", Beatles'ın en büyük başarılarından biri olarak kabul edilen, genişleyen ve destansı bir şarkıdır. Şarkı, genç bir adamın hayatındaki tek bir günlük bir yolculuktur ve karmaşık bir yapıya, çeşitli müzik tarzlarına ve Beatles'ın en güçlü sözlerinden bazılarına sahiptir.
Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band, popüler müzik üzerinde derin bir etkisi olan, çığır açan ve yenilikçi bir albüm. Albüm, müzik ve yaratıcılığın bir kutlaması ve Beatles'ın dehasının bir kanıtı. Albüm, herhangi bir müzik hayranı için sahip olunması gereken bir şey ve Beatles'ın mirasının önemli bir parçası.
THE BEATLES
John Lennon / Lead Vokal, Cowbell, Akustik Gitar, Ritim Gitar, Piyano, Lead Gitar, Hammond Org, Armonika, Kazoo
Paul McCartney / Lead Vokal, Bass, Lead Gitar, Piyano, Lowrey Org, Elektrikli Piyano, Comb, Kazoo, Hammond Org, Clavichord
George Harrison / Lead Vokal, Ritim Gitar, Lead Gitar, Sitar, Tambura, Armonika, Hammond Org, Akustik Gitar, Slide Gitar, Comb, Kazoo
1971 yılında Roma, İtalya'da kurulan Murple döneminde tek albüm kaydedip dağılan gruplardan biri. Döneminde diyoruz, zira çok sonraları 2008 ve 2014 yıllarında 2 albüm daha kaydetmişler. Fakat bu albümler ne 70'lerin Murple'ı ile bağdaşıyor ne de ilk albüm kadar iyiler. Şu durumda, Murple'ı tek albümlü efsaneler listemize dahil etmek konusunda herhangi bir sıkıntı yok. Blog dahilinde 1960 - 1979 arasını konu olarak aldığımıza göre böyle yapmamızda sakınca yok denilebilir.
Kuruldukları yıldan sonra epeyce çabalayan grup ancak 3 yılın ardından albüm kaydı yapabilmiş. O arada epeyce bir deneyim kazandıkları da ortada. Çünkü albümün her yerinde birlikte uzun süre çalmış olmanın verdiği o ince his sezinlenebiliyor. Grup elemanları olarak albümde fazlasıyla uyumlu bir şekilde hareket ediyorlar.
3 yılın sonunda kaydedip yayınlayabildikleri Io Sono Murple ise, Rock Progressivo Italiano'nun (RPI) iyi örneklerinden biri olarak ortaya çıkıyor. Symphonic Prog olarak adlandırmak da yanlış olmaz albümü. Gerçi albümün daha kayıt aşamasındayken bile fazlasıyla eleştirildiği söyleniyor ama bunu da anlamak pek mümkün değil. Teknik olarak ya da müzikal kalite olarak RPI gibi, efsanevi isimlerin boy gösterdiği bir arenada olsalar da aşağı kalır yanları yok. Bazı kaynaklar, bu eleştirilerin albümün yayınlanma tarihinin gecikmesinden kaynaklı olduğunu söylüyor. Zaten albümü de ancak bu şekilde bir sorundan dolayı eleştirebiliriz ancak.
Io Sono Murple tam anlamıyla bir konsept albüm gibi durmasa da aslında öyle. Baştan sona, Murple adındaki bir penguenin kutupta başlayıp hayvanat bahçesinde devam eden hayatı üzerine kurulu bir hikaye ekseninde dönüyor. Plak olarak düşündüğünüzde albümün her iki yüzünde 1'er suit bulunuyor. Albümün müzikal başarısı oldukça üst seviyede olmasına rağmen ticari başarı elde edemeyeceği hem 2 suitten oluşmasından hem de bu 2 parçanın da zor parçalar olmasından belliymiş. Ama bize enfes bir albüm bırakmayı ihmal etmediklerini düşününce de seviniyoruz tabi para kazanamamış olmalarına.
Albümün hemen ardından Villa Pamphili Pop Festivali'nde başarı bir sahne performansı gerçekleştirmişler ve o sırada da 2. albümün kayıtlarına başlamaya niyetlenmişler. Söylenilenlere göre 2. albüm için epeyce de ümitliymişler ama albümü kaydetme şansları hiç olmamış.
Son olarak, albümü beğenmeyenlerin sayısı da beğenenlerin sayısı kadar var. Murple hakkındaki kararınızı kişisel zevkleriniz, tercihleriniz ve beklentileriniz belirliyor.
MURPLE
Giuseppe "Pino" Santamaria / Lead Vokal, Elektrikli Gitar, Akustik Gitar, 12-Telli Gitar
Pier Carlo Zanco / Lead Vokal, Org, Piyano, Eminent, Synthesizer, Bowed Kontrabass
Mario Garbarino / Bass, Bongo, Triangle
Duilio Sorrenti / Davul, Konga, Timbales, Gong
IO SONO MURPLE
01. Antartide / Metamorfosi / Pathos / Senza Un Perché / Nessuna Scelta / Murple Rock (17:37)
02. Preludio E Scherzo / Tra I Fili / Variazioni In 6/8 / Fratello / Un Mondo Così / Antarplastic (16:37)
Söz verilen baharın gelmek üzere olduğu güzel bir güne Aphrodite's Child ile devam edip grubun diskografisini de tamamlamış olalım. Dün de biraz bahsettiğimiz gibi blog ile ilgili en büyük düşüncelerden bir tanesi tam arşiv çalışması olması yönünde. Yani burada paylaşılan / anlatılan tüm grupların albümlerini (tabi 1979 yılına kadar olanları, zira blog 60-70 dönemindeki Rock müzik ve türevlerini hedefe koyuyor) öyle ya da böyle zamanı geldiğinde ekleyip tamamlamaya çalışıyoruz.
Aphrodite's Child'ın müzikal olarak en altta kalan albümü It's Five o'Clock. İlk albümdeki Psychedelic Pop / Rock yaklaşımı burada da devam etmekle birlikte bazı yeni denemeler de bulunuyor. Muhtemeldir ki Vangelis'in grubun yönünü değiştirmeye çalıştığı dönemin başına denk gelmiş. Bir şeylerden sıyrılmaya çalışıp farklı bir şeye dönüşme çabası içerisinde sürüklenip gidiyor albüm. Sanırım bu nedenle de arada kalmış bir albüm görünümünde. Müzikal olarak başarısızlığının da tek sebebi bu olabilir.
Burada başarısızlıktan söz ediyoruz ama bu berbat olduğu anlamına gelmiyor elbette. Diğer albümlerle karşılaştırdığımızda çıkan sonuç bu diyebiliriz. Albümde popülerleşmiş hatta bu konuda klasikleşmiş bazı parçalar da bulunuyor. Annabella ve Marie Jolie çok uzun zamandır dinlenen parçalardan mesela. Demis Roussos'un değişik sesi ile ön plana çıkan her iki parça da Pop müziğin önemli parçalarından sayılabilir.
Ama dediğimiz gibi, 666 öncesi fazlasıyla arada kalmış bir görünümü de var It's Five o'Clock'un. Olmamış diye tanımlamak doğru değil, tamamlanmamış gibi bir havası var sadece. Progressive Rock'a doğru ilerleyen bir havası olmakla birlikte Psychedelic Pop'tan çok fazla kopmama isteği de var sanki albümün. Az önce bahsettiğimiz Vangelis'in grubun yönünü değiştirme çabası ile Demis Roussos'un popüler alanda kalma isteği arasına sıkışmış izlenimi yaratması da çok doğal.
Sonuç olarak bakıldığında ortalama bir albüm. Bunu belirtirken de karşılaştırma yapmadan düşünmek gerekiyor. Yunan folklorundan beslenen, dönemin müzikal anlayışının değişmesine destek veren ama belli bir alan sıkışıp kalmaktan da kendini kurtaramamış, ilgi çekici ve arşivde bulunması gereken albümlerden biri It's Five o'Clock.
America'nın ilk üç albüm kadar olmasa da popülerleşmiş albümlerinden biri Holiday. Albümün en önemli özelliği pürüzsüz bir kıvamının olması. The Beatles vari hareketler fazlasıyla kullanılmış ve kayıt kalitesi açısından gerçekten de çok iyi.
Bunun yanında grubun ilk 3 albümde ürettiği ve oldukça popüler olan parçalar gibi çok fazla yok albümde. Tin Man, Glad To See You, Lonely People kayda değer parçalar. Pop müziğin gelişimi ve o dönemki etkileri açısından düşünüldüğünde gerçekten de başarılı ve kaliteli bir albüm diyebiliriz. Soft Rock gibi ucube bir türün görece iyi örneklerinden biri de sayılır.
Albümdeki şarkılar, America'nın karakteristik Soft Rock ve Country Rock tarzını fazlasıyla yansıtıyor. Grup üyelerinin vokallerinin yanı sıra akustik gitar, elektrikli gitar, bass gitar, klavye, davul gibi enstrümanların kullanımıyla da başarılı bir çizgide ilerliyor. Albüm yayınlandığı dönemde de eleştirmenlerden olumlu yorumlar almış ve bugün hala Amerikan popüler müzik tarihinin önemli bir albümü olarak kabul ediliyor.
Her ne kadar blogda, daha fazla karmaşık yapılarda Rock içeren albüm ve grupları paylaşsak da arada hem iş yükünü hafifletmek hem de bu tarz grupların da hakkını yememek adına paylaşımlar yapmak da gerekiyor. Müzikal anlamda America'nın bloga yakışmadığını düşünenler de olabilir. Fakat bu konuda hem bir bilgiye dayalı tam arşiv çalışması yapmak için uğraşıp hem de her tür ve belki tarzın da iyi örneklerini ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. America da bu konuda zaten öne çıkan ve blogda da öne çıkarılabilir gruplardan biri.
Ayrıca ara ara böyle yavaşlayıp daha sakin yazılara odaklanmak işimizi de kolaylaştırmıyor değil. Her gün karmaşık yapılara sahip albümleri, grupları tanıtmak / tanıtmaya çalışmak da çok kolay bir iş değil. Arşivdeki o kadar albümün arasından seçmek bile bazen saatler sürebiliyor. Bugün de şunu yazalım gibi bir düşünceye çok sık rastlayamıyoruz yani. Bir nevi rahatlatıcı iç dökme yazısına dönüşmüş olsa da America'nın önemli ve hem teknik hem de müzikal kalitesinin iyi olduğu albümlerden biri olduğunu söyleyerek bitirelim.
Yine İtalya'dan bir grup Saint Just. Yine Progressive Rock yapıyorlar ama o bildiğimiz RPI, Rock Progressivo Italiano ya da Italian Prog janrına dahil değiller. Benzeştikleri yerler bulunmakla birlikte daha çok Folk, Psychedelic Rock ve klasik müzikten beslenen bir müzikal anlayışları var. Gerçi bu anlayışın ilk albüm için geçerli olduğunu da belirtelim. Zira ikinci albümde daha fazla RPI'a yakınlaşıyorlar. Belki de bu nedenle ikinci albüm olan La Casa del Lago daha bilinir bir albüm.
Grubun tarihçesi hakkında çok fazla bilgimiz yok. Napoli / İtalya'da kurulduklarını biliyoruz. Kaydettikleri iki albümle oldukça başarılı bir ivme yakaladıklarını ama bir arada durmayı başaramayıp 1974 yılında dağıldıklarını biliyoruz.
Saint Just'ın konumuz olan ve grupla aynı adı taşıyan ilk albümü, bahsettiğimiz gibi daha çok Folk Progressive havasında ilerliyor. Arada Psychedelic Rock sosu ekleniyor. Uzun pasajlarla güçlendiriliyor. Tüm bunlar yapılırken de albümün kıvamı akustikte tutuluyor. Sadece bu tanımlama bile hem grubu hem de albümü arşive almak için yeterli olmalıdır diye düşünüyorum. Zira bu işi akustiğe yakın bir havada yapabilmek gerçekten de zor iş. Ha albümde elektrikli aletler yok mu, var tabi ki ama akustik havayı kaybetmemek için daha alt bir seviyede tutulmuş diyebiliriz.
Albümün bir de ham bir havası var. Hani sanki stüdyoya girmeden önce evde bir ön kayıt alınmış da sonra stüdyoya girmeye fırsat kalmayınca, hadi bari bunu yayınlayalım kafasında bir albüm olmuş. Sesler ve tonlar kulağa biraz karmaşık gelebiliyor bu nedenle. Ama rahatsızlık verici bir düzeyde de değil bu. Albüm rahat ve kolay dinlenebiliyor.
Diğer yandan enstrümantasyon oldukça iyi. Arada Grace Slick ve Jefferson Airplane'den etkilendiği fena halde belli olan ama sesi daha tiz kullanan Jenny Sorrenti sayesinde albüm de değişik bir havaya bürünüyor. Parçalardaki akustik gitarlar, bass ve piyano son derece rahat bir şekilde akarken, davul atakları farklı şekillerde kendini gösteriyor. Tarzlarında değişik ve tuhaf yanlar var. Kategorilendirme çalışması yaparken Avant Folk içerisine bile dahil edebilirsiniz Saint Just'ı. Hepsini bir kenara bıraktığınızda ise albüm gerçekten de şaşırtıcı.
Galaxy-Lin, 1974 yılında kurulan bir Crossover Prog grubu. Progressive Rock'ın popüler kaygılar güderek oluşturulmuş halini sevmeyenler için çok iyi bir albüm diyemeyiz elbette ama geri kalanlar için gerçekten de iyi bir yapıt. 60'ların sonunda Hollandalı efsanevi Psychedelic Rock / Pop grubu Venus'ün kurucu elemanlarından olan Robbie Van Leeuwen tarafından, Venus macerası bittikten sonra kurulmuş. Venus kadar ticari başarı elde edemeseler de onlardan daha iyi parçalara sahip olduklarını söylemek gerekir.
Çok kısa süre ayakta kalmış bir grup olmasına rağmen kaydettikleri iki albümle de gerçekten iyi iş çıkarmışlar. İlk albümün üzerine kısa süre sonra kaydettikleri G ise baş yapıtları sayılabilir. Albümün hemen ardından dağılmış olmaları ise ayrıca tuhaf ve üzücü.
Psychedelic Rock, Jazz, Blues gibi kökenlerden beslenen bir tarza sahipler. Ama adı geçen türleri karıştırıp kendilerine özgü bir hale de getirmeyi ihmal etmemişler. Bunu yaparken de daha popülerleşebilecek bir tavır geliştirmişler. Melodik yapı bazı noktalarda rahatsızlık verici olsa, dikkatinizi dağıtsa da aralara ansızın soktukları Psychedelic klavyeler ile durumu kurtarmışlar.
Albümde enstrüman kullanımları bir hayli iyi. Özellikle klavyeler bu tarz bir albümde olabileceğin en iyisi durumunda. Diğerlerinin de hakkını yememek gerekiyor tabi. Hepsi ayrı ayrı yapması gereken işi başarıyla yapmışlar.
G albümü için melodik yaklaşımları var dedik ama bunu kıvamında kullanmayı bildiklerini söylemeden geçmeyelim. Melodilere eşlik eden saksafon, flüt gibi nefesliler ile geçişleri yumuşatmayı başarmış, tekrara düşme sorununu aşmışlar. Albüm pek çok açıdan dinlenebilir. Jazz dinleyicileri için oldukça etkileyici bir Jazz Rock deneyimi sunarken, Psychedelic Rock dinleyenler için ise ara ara Space Rock'a kadar uzanan, değişik tonlardan giriş çıkışları içerisinde barındıran farklı bir Psychedelic deneyimi de sunuyor.
İşin özü pek çok türden izler ve örnekler barındırırken, o türlerden aldıklarını daha ileriye taşımayı başarıyor Galaxy-Lin. Albüm bazı albümlerde özellikle bahsettiğimiz coşkulu yapıya sahip olmasa da bazı bölümlerde o coşkuyu yakalıyor. Onu da kıvamında kullanıp farklı ruh hallerine bürünmeyi tercih ediyorlar. Açıkçası bu da hem albümdeki çeşitliliği arttırıyor, hem de dinlemeniz için size daha çok sebep veriyor.
Maxophone da tek albümle öne çıkan gruplardan biri. 1973 yılında Milano / İtalya'da kurulup 1977 yılına kadar bir arada kalmışlar. Arada kaydettikleri 2 versiyonu olan tek albümle de oldukça iyi bir işe imza atmışlar. 77'deki dağılmalarının ardından uzunca bir süre yan yana gelmeyip 2008 yılında tekrar birleşmiş ve 2017 yılında bir albüm daha kaydetmişler. 2 versiyonu olan tek albüm dedik az önce, aynı albümü hem İtalyanca hem de İngilizce olarak piyasaya sürmüşler. İtalyanca versiyon fena halde beğenilince böyle bir ticari atılımla hem para kazanma hem de uluslararası arenada boy gösterme çabası vermişler ama açıkçası İngilizce versiyon İtalyancasının yanında çok sönük kalıyor.
RPI'ın (Rock Progressivo Italiano) ilginç gruplarından biri Maxophone. Müzikal anlayışları biraz geniş ve geçişli diye özetleyebiliriz. Tuhaf bir şekilde Jethro Tull ile Canterbury Scene arasındaki kayıp köprü gibi duruyorlar. Her iki türden de bolca sos bulunuyor albümde. Ama her ikisi de değiller. İkisi arasında ama bambaşka bir seviyedeler. Kendilerine has bir müzikal anlayışları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durumun en büyük sebebi, hiç kuşkusuz, grup elemanlarının yarısının Klasik Müzik eğitimli diğer yarısının da Rock müzik geçmişine sahip olması. Doğal olarak bu bileşim klasik müzikten gelen ve Rock içerisinde çok da alışkın olmadığımız Korno, Trompet, Vibraphone gibi aletlerin nefis bir gitar ve elektrikli piyano eşliğinde kullanıldığı, pastorelden sert Rock'a geçişler sağlayan bir albümün ortaya çıkmasını sağlıyor.
Temelde, düşünüldüğünde Maxophone'u Rock Progressivo Italiano içerisinde konumlandırmak da zorlaşıyor. Fena halde kendilerine has bir yapıları var. Bazılarınca Premiata Forneria Marconi ve Banco Del Mutuo Soccorso gibi İtalyan grupları ile yakınlaştırmalar yapılsa da bunun yanlış bir tavır olduğu açık şekilde ortada. Bahsi geçen her iki grup da kendilerine has bir anlayışa sahip olduğu tartışmaya kapalı bir konu. Maxophone ikisinden de farklı bir şekilde kendine ait bir türü / tarzı devam ettiriyor. Aynı ya da benzer değiller yani.
Bazı noktalarda melodik bir Rock'a doğru kayacaklarını düşünseniz bile hiç bu çukura düşmüyorlar ve sizi baştan sona enfes bir albümün her yerinde dolaştırıyorlar.
MAXOPHONE
Alberto Ravasini / Lead Vokal, Bass,Akustik Gitar, Recorder
Italian Progressive Rock janrının (RPI - Rock Progressivo Italiano) en belirgin albümlerinden birini kaydeden Odissea, 70'li yılların başında Pow-Pow adıyla kurulmuş. Kısa bir süre sonra, hayallerini büyütmeleri gerektiğini anladıklarında ismin grubu taşıyamayacağını düşünüp Odissea'da karar kılmışlar. Odissea isminin ortaya çıkmasında ve seçilmesindeki en büyük etkinin, gruba 1972 yılında katılan gitarist Luigi Ferrari tarafından yapıldığı da biliniyor.
Albümün öncesinde ve sonrasında çıktıkları konserlerde tam bir konser grubu olduklarını kanıtlayan grup, bu başarılı portre sayesinde İtalya'ya turneye gelen Genesis ve daha sonra da o dönem İtalya'nın en iyilerinden biri olan Banco Del Mutuo Soccorso'nun konserlerinde destek grubu / ön grup olarak sahne almışlar. Oldukça başarılı bir albüme ve çıktıkları konserlere rağmen çok fazla da bir arada kalamamışlar ve grup 70'lerin sonlarına doğru bir daha birleşmemek üzere dağılmışlar.
Odissea'nın en önemli tarafı karmaşık, enfes ya da uzun parça yapıları filan değil. Grup, Rock Progressivo Italiano'nun iyi - kötü, doğru - yanlış, ahlaksız - erdemli tüm yanlarını yansıtan, bütüncül bir albüm kaydedip yayınlamış olmalarıyla öne çıkıyor. Beklentilerinizi koskoca bir janrı nitelendirme, özelliklerini ortaya koyma ile sınırlandırarak dinlemeniz, Odissea'yı daha iyi anlamanızı sağlıyor yani.
Bunun yanında melodik bir yapıya sahipler. Progressive Rock'a, az önce de bahsettiğimiz gibi karmakarışık düzenlemelere sahip olmayan ve melodik olarak genişleyen tarafına yaslanıyorlar. Albüm, konsept bir albüm olmasa da parçaların birbirini ilgi çekici şekilde tamamladıklarını ve neredeyse birbirlerinin devamıymış gibi algılandıklarını belirtelim.
Albümde enstrüman kullanımları da oldukça iyi. Zaten Luigi Ferrari bile bu konuda tek başına gösterilebilecek bir örnek diyebiliriz. Roberto Zola'nın vokali de albüme pek çok farklı ton katıyor. Özellikle 80'lerde moda olan tarzda bir sese sahip Zola. Az hırıltılı, keskin ve insanın içine dokunan bir yanıklıkta. Bu arada Zola'nın yaptığı en büyük hatanın da 1974 yılında, solo kariyere başlamak için grubun albümünden hemen sonra gruptan ayrılması olduğunu söyleyelim. Hata diyoruz, çünkü Zola'nın solo kariyeri hiçbir zaman başlamamış. :)
Melodik taraftan yaklaştıklarını vurguladığımız grubun, doğal olarak ritim bölümü gerçekten de işin hakkını vererek yapıyorlar. Bir anda değişen ama sonra ana melodiye dönen yapısı ve davul / bass uyumu gerçekten de iyi.
ODISSEA
Roberto Zola / 12 Telli Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Luigi "Jimmy" Ferrari / Elektrikli Gitar, Akustik Gitar, 12 Telli Gitar