Progressive Rock sahnesinin tam ortasında yer alıp da bu kadar bilinmeyen bir başka grup olması da mümkün değil gibi. Edinburgh, İskoçya'da 60'ların ortalarında The Premieres aıyla kurulan grup kısa süre sonra 1-2-3 adını alıyor ve dönemin pek çok etkili ismi ile birlikte çalıyor, hatta bir çoğunu da etkiliyor. Ama kendileri neredeyse hiç bilinmiyorlar. Ticari açıdan kazandıkları büyük başarılar da yok. Fakat onlar olmasaydı belki de Progressive Rock'ın çıkışı, gelişmesi, günümüzdeki yansımaları tamamen farklı olacaktı.
Anlatılanlara göre Keith Emerson'ın grubu The Nice'ı P.P.Arnold'un alt grubu olmaktan çıkarıp, kendilerine has, klasik müzikten beslenen bir tarza evrilmelerini sağlayan şeyin 1-2-3 olduğu söylenir. 1967 yılında, İngiltere'de dönemin en ünlü mekanlarından biri olan Marquee Club'da The Syn (Yes'in ilk hali), The Yardbirds, Jimi Hendrix ve Jethro Tull ile sahne aldıkları sırada en azından The Syn ve Jehtro Tull'ı fena şekilde etkiledikleri de anlatılır. Rick Wakeman'ın da o dönem Marquee Club müdavimlerinden olduğu ve 1-2-3 ile sıkı ilişkiler içine girdiği söylenir.
1-2-3'ün başlangıçta yaptığı şey bilinen pop ve rock parçalarını içerisinde fazlasıyla doğaçlama bulunan, klasik müzik ve Jazz düzenlemelerinden alıntılar, uyarlamalar içeren bir hale büründürmekti. O kadar uzmanlaşmışlardı ki bir süre çaldıkları tüm parçalarda benzer bir yaklaşım sergilemeye başladılar. Ama artık alıntılardan çıkıp kendi yorumlarını katıyorlardı. Yaptıkları bu değişik müzik tarzı yapımcıların da ilgisini çekmeye başlamıştı. 1967 yılı sonlarında Island Records ile anlaşıp isimlerini The Clouds olarak değiştirdiler. İlk albüm Scrapbook kısa süre sonra yayınlandı. Ticari başarıyı yakalayamamışlardı ama oldukça iyi ve değişik bir albüm kaydetmişlerdi. Peşi sıra 1969 yılında ikinci albüm Up Above Our Heads yayınlandı. Sonuç ilkinden farklı değildi ama en azından popülerleşmeye başlamışlardı. 1971 yılında yayınlanan Watercolour Days ise ilk iki albümden daha iyiydi ve ticari olarak da başarılı olmuştu.
Yine de 3 kişiden oluşan grubun tüm üyeleri albümlere kaydettiklerinin kendilerini tam olarak ifade etmediğini düşünüyorlardı. Her zaman bir konser grubu olduklarını, bunun dışına çıkıp stüdyo kaydına girdiklerinde yapabileceklerinin çok azını yaptıklarına inanıyorlardı. 3 albümün ardından pek başarılı olmayan ticari grafik ve albümleri istedikleri gibi kaydedeme kaygılarından dolayı Clouds dağılma kararı aldı. Grubun has elemanı Ian Ellis önce Steamhammer'a ardından da Savoy Brown'a geçti. Sonra bir daha ortalıkta görünmedi.
Albümün nereye konacağı, hangi janra dahil edileceği biraz karışık. Genel olarak Prog Related olarak tanımlanır ve çok da doğrudur. Tam olarak Progressive Rock'ı karşılamadığı gibi daha en başında bahsettiğimiz merkezinde olma durumu da vardır. Henüz tam olmamış, olgunlaşmamış bir hali vardır albümün. Fakat Proto-Prog da değildir. Zira bunun biraz ötesinde, Progressive'e daha yakındırlar.
Watercolour Days'in en önemli yanlarından biri de albümdeki orkestrasyonları yapan, Kraliyet Müzik Akademisi mezunu genç David Palmer'ın bulunmasıdır. Palmer'ın ilk önemli başarısı olan bu albümden sonra önü fena halde açılmış, en şaşaalı dönemlerinde Jethro Tull, Yes, Genesis gibi gruplarla çalışmıştır.
CLOUDS
Billy Ritchie / Hammond Org, Piyano, Harpsichord, Vokal
Avustralya'dan çıkma Melissa, beklenmedik şekilde insanı şaşırtan Psychedelic Rock gruplarından biri. 1969 yılında Molten Hue adıyla kurulan grup 2 yıllık bir konser maratonu ve 9 aylık sıkı çalışmanın ardından ilk ve tek albümünü kaydetmiş. 1971 yılında yayınlanan albüm West Coast tarzında Psychedelic Rock yapan Avustralyalı ilk gruplardan birinin albümü olarak da bilinir.
1971 yılında, albüm kayıtlarına başlamadan hemen önce Elton John'un Avustralya turnesinin Sidney ayağında ön grup olarak sahne almayı da başarmışlar. Kuruldukları şehir Sidney'in banliyölerinde bir hayli fazla dinleyici kitlesine sahip olan grup büyük ticari başarılar elde edemese de kaliteli bir albüm bırakabilmiş gruplardan. Albümün ardından grup bir süre daha ayakta kalmaya çalışmış ama 1972 yılı sonlarına dağılmışlar.
Müzikal olarak tarzlarını belirlemek aslında biraz güç. Her ne kadar Psychedelic çıkışlı olsalar da işi daha fazla ileri götürmüşler. Bazı noktalarda Van Morrison, Jefferson Airplane havası sezinlerken bazı noktalarda ise Cressida, Spring hatta daha ileri gidersek Jethro Tull'a kadar uzanan bir çeşitlilikte parçalar bulunuyor Midnight Trampoline'de. Hemen belirtmek gerekir ki bu bahsettiğimiz gruplarla ilgileri, onların müziğine benzer bir şeyler yapmaktan öte, onlardan beslenip kendi tarzları içerisine yedirmeleriyle alakalı. Jethro Tull'dan etkileri hissederken karşınızdakinin onlar olmadığını aksine bambaşka bir grupla karşı karşıya olduğunuzu çok iyi anlıyorsunuz. Albüm boyunca duyduğunuz Folk, Heavy Psychedelic Rock, Hard Rock etkileriyle ara ara Indian Summer'ı a aklınıza getireceğini söylemeden geçmeyelim.
Avustralya'nın Van Morrison'a verdiği karşılık gibi düşünülse ve hatta Van Morrison'ın iki parçası Young Lovers Do ve Madame George'u yeniden yorumlamış olsalar da tam anlamıyla onların bir kopyası da değiller. Dönemin pek çok grubunda olduğu gibi Melissa'da da etkilenmeler bir hayli fazla ama bunu yaparken kendilerine ait bir tarz oluşturmaktan da geri durmamışlar.
Aksiyonu bol, sadelikten hoşlanan ama karmaşanın içine düşmekten de zevk alan müzik dinleyicileri için biçilmiş kaftan olarak adlandırılabilir Midnight Trampoline. Dinledikçe içine daha fazla düştüğünüz, düştükçe de vaz geçmek istemediğiniz tarzda albümlerden hem de.
1970 yılı sonlarında Fransa'da kurulan Rhésus O, Miles Davis, Frank Zappa ve Soft Machine gibi etkilere sahip tek albümlü bir Jazz Rock ve Fusion grubu. Haklarında ufak tefek bilgi kırıntıları dışında bir şeye rastlamak pek mümkün değil. Ama 1975 yılında Magma grubunun da klavyecisi olacak olan Jean-Paul Asseline tarafından kurulduğunu, grubun kurulduğu dönemde pek bilinmeyen fakat sonraları Gong ve Magma başta olmak üzere pek çok grupta çalan müzisyenlere sahip olduğunu biliyoruz.
Gong ve Magma'nın adı geçmişken Rhésus O'nun müzikal anlayışı içerisinde her iki grup ile benzeşen öğelerin bulunduğunu belirtmeden geçmeyelim. Diğer yandan bakıldığında ise grubun kendine has bir yanı da var ve bu yan fazlasıyla ağır basıyor. Avant-Gard Jazz, Canterbury Scene, Folk, Klasik Müzik gibi çok fazla etkileşime sahip de olsa Rhésus O'nun tarzını ve hakkını vermek gerekiyor.
Hızlı şekilde değişen melodiler, melodi olmaktan çıkıp kaosa dönüşen notalar, saksafon ile beyninizin içini tırmalayan tarzda yaklaşımlara albümde sıkça rastlayabilirsiniz. Bütün bu zorlayıcı öğeler ile birlikte bir yandan da sanki San Fransisco'nun arka sokaklarında turluyormuşsunuz hissi yaratan bir sadeliğe ve bütünlüğe de sahip.
İsmini andığımız Canterbury Scene içine dahil edilmeye çalışılsalar da o kadar belirgin Canterbury özelliklerine de sahip olmadıklarını belirtelim. Belki Moving Gelatine Plates ile biraz benzeşiyorlar ama bu tam olarak da bahsi geçen türe dahil edilmeleri için yeterli değil. Genel olarak grupta iki bass bulunmasından kaynaklı olarak bu belirginleştirmeye gidilse de bir yani hep aksıyor bu fikrin. Hatta daha ileri giderek Magma daha sonra var olsaydı Zeuhl'un giriş albümlerinden biri olarak bile kabul edilebilirdi Rhésus O. Ama değil, iyi ki de değil. Zira kendine has bir müzikal anlayışa sahip grupları benzersiz kılan da bu olsa gerek.
Pek çok dinleyicinin dinlerken güçlük çekebileceği tarzda albümlerden bir de. Kolay ve melodik şekilde ilerleyen yapıya sahip değiller. Don Cherry yırtıcılığı, Miles Davis karmaşası ve Progressive Rock hissiyatı bolca bulunuyor albümde. Dikkatle dinlenmesi, dinledikçe daha fazla içine girilmesi gereken albümlerden.
Belki de İspanya'nın gelmiş geçmiş en iyi gruplarından biri Triana'dır. Bu tip cümleler kurmak diğerlerine de haksızlık gibi görünebilir ama bir noktada da insana böylesi iddialı cümleler kurduracak bir şeyler ortaya çıkıyor işte. 1974 yılında Endülüs'te kurulan Triana da insanın ayarları ile oynayan, coşturan, koşturan, yerin dibine sokan gruplardan ve müzikal anlayışlardan biri.
Temelde Progressive Rock ve Symphonic Prog olarak adlandırılsalar da doğruluğu tartışılır bir kategorilendirmedir bu. Progressive ve Symphonic öğelerin fazlasıyla bulunduğu ama Flamenko ile birleştirildiği bir müzikal anlayışa haksızlık da etmemek gerekiyor. Bu nedenle de Rock Andaluz ya da Andalusian Rock denilen bir tür oluşmuş / oluşturulmuş / adnlandırılmış zaman içerisinde. Triana'yı da en iyi karşılayan kategori bu olsa gerek. Aynı zamanda bu tarza Flamenco Rock da denir ama kişisel olarak bu tanımın tam olarak karşılamadığını da belirtmek isterim. Azahar, Alameda, Mezquita gibi gruplarla anılan Flamenco Rock, bu folklorik yaklaşımdan yola çıkıp onu genişleten bir anlayış. Rock Andaluz ise Flamenko'dan yola çıkıp müziği daha fazla benimseyen bir yapıya sahip. Genel olarak düşünüldüğünde hepsi aynı :)
El Patio en iyi albümleri olmasına rağmen, piyasaya çıktığı yıl 1000 adet kadar satmış olması grubun da yaptıkları işe olan inancını bir miktar kırmış ama yılmamışlar. 1976 yılında Madrid'de verdikleri konsere kadar dayanmışlar. Zaten o konserle birlikte de fena halde öne çıkmışlar. Diğer taraftan bakıldığında İspanya'da Franco döneminin bitmesiyle birlikte daha geniş kitlelere açılma imkanı da yakalamışlar.
Grubun ve döneminde satmayan albümün en önemli başarısı, Flamenco Rock'ın başlangıcı olması ve bu tarzda müzik yapan gruplara bir şans verilmesini sağlamasıdır. Özellikle Madrid konseri ve Franco sonrası dönemde İspanya'nın en bilinen, en sevilen gruplarından biri haline gelmişler. İlk albüm de dahil olmak üzere kaydettikleri albümler defalarca yeniden basılmış.
Triana'yı oluşturan grup elemanları arasında özellikle bu albüme Rock namına çok bir şey olmadığını söylemek yanlış olmaz. Klavye, Davul ve Flamenko gitar çalıyorlar. Albümde gitar ve bass ise konuk müzisyenlerin desteği ile tamamlanıyor. 3 müzisyenin de kökeninin Flamenko olmasından kaynaklı acayip bir içe işleyiş durumu var yani. Parçaların bazı yerlerinde, onca coşkuya rağmen, canınızın acıdığını bile hissediyorsunuz. Öyle böyle değiller, çok değişikler. Dinlemekten sıkılmayacağınız, vazgeçmekten korkacağınız tarzda bir albüm El Patio.
Daniel Schell liderliğinde toparlanan, çoğunluğu Brüksel Serbest Üniversite’sinin big band elemanlarından oluşan Classroom adlı grubun geçmişi 1967 yılına dayanıyor. Canterbury etkili jazz ağırlıklı çalışmaları ile 67-68 yılları arasında Avrupa’da bir çok festivalde boy göstererek dikkat çeken grup Pascale de Trazegnies’in katılımı ile Cos’un temellerini atmış.
Tarz olarak Canterbury’nin genel özelliklerini barındırmalarının yanında, Zeuhl’e geçiş yaptıkları anlarda hem yüksek tempolu hem çılgınlığın sınırlarında dolaşmaları sanki Caravan, Gong ve Magma bir araya gelmiş etkisi yaratıyor. Yer yer beyninizi gıdıklayan (dinlerken hipnotize olma ihtimaliniz çok yüksek) vokallerini tıpkı bir enstruman gibi kullanan Pascale Son’ın nefeslilerle (kimi zaman da perküsyonlarla) unison yürüyüşleri enfes. Bu arada albümün açılışı ile beraber dinleyenlerin kulaklarına orgazmı yaşatan nefeslileri Schell ile beraber Son’a ait.
Nadir de olsa yer yer duyabildiğimiz Daniel Schell’in gitarları yerine Classroom’dan beri grupla beraber olan Charles Loos’un tuşluları albümün genel karanlık atmosferinin temelini oluşturuyor. Bazı parçalarda introlardaki soloları haricinde Robert Dartsch’ın enerjik davul ritmleri çoğu noktada kendini tekrarlasa da Alain Goutier’in enfes bas yürüyüşleri ile birleşince alt yapıda enfes bir uyum yakalanıyor.
Albümün 1990 yılında yeniden yayınlanması ile ortaya çıkan Classroom kayıtlarından (evet jazz elementleri daha ağır basıyor) anlayacağınız üzere Cos birden ortaya çıkıp , o zamanın güncelini yakalamış bir gruptan ziyade, zaten halihazırda güncelle paralel müzikler yaparken, etkileşimlerini artırararak dönemin en iyi işlerinden bir kaçını yaratmış ve sonraki albümlerinde hep üzerine koyarak devam etmiş ki Viva Boma’yı dinlemenizi tavsiye ederim.
Çok nadir bulunan gruplardan biri de Mother Superior. Nadir olmalarının sebebi tamamen kadınlardan oluşması. Yoksa müzikal kalite olarak blogda anlattığımız gruplardan aşağı kalır en ufak bir yanları yok. Hatta belki de bazılarından çok daha da iyiler diyebiliriz rahatlıkla.
1974 yılında, Cosmetix adlı grubun seçmelerine katılan Jackie Badger ile başlıyor hikaye. Badger seçmelere katılıyor ama gruba girmek yerine grubun 2 elemanını, Jackie Crew ve Audrey Swinburne'ü ayartıp kendi gruplarını kurmaya ikna ediyor. Kısa süre sonra aralarına katılan Yeni Zelandalı Leslie Sly ile kadroyu tamamlıyorlar. Olukça uzun süren stüdyo çalışmaları ve bolca alkolün ardından grubun adını da Mother Superior olarak belirliyorlar. 1 yıl boyunca pek çok yerde konsere çıkıyorlar ve belirgin bir kitleye sahip oluyorlar. Bu motivasyonla birlikte ilk ve tek albümlerini kaydedip daha da kalıcı olma yolunda ilerliyorlar. Fakat grupta yaşanan sorunlar ikinci bir albüm kaydetmelerine olanak tanımıyor. 1977 yılında verdikleri veda konseri ile birlikte dağılıyorlar.
Crossover Prog janrı içine dahil edilen grubun tarzında acayip ve hoş bir naiflik var. Aşırı zorlamalara girmeden her şeyi sakince hallediyorlar. Melodik ve ritmik olarak tasarladıkları parçalarda enstrüman kullanımları da oldukça iyi. Vokalin özelliksiz ve sade bir tarzı olması göze batar gibi dursa da albümün bütününde oldukça iyi bir yer ediniyor kendine.
Ara ara Heavy Progressive Rock'a doğru evrilirmiş gibi olsa da albüm genel olarak klasik bir Rock anlayışı ile ilerleyip Crossover Prog içerisinde sürükleniyor. Ama bu sürükleniş başı boş, kontrolsüz bir durum da değil. Fazlasıyla çalışılmış, özellikle yapılmış hissiyatına sürekli şekilde kapılıyorsunuz. Özellikle nereden geldiğini bilemediğiniz, bir anda ortaya çıkan davul atakları ve klavye tonlarıyla sizi mest ediyor.
Temelde albümün çok büyük ya da efsanevi özellikleri bulunmuyor. Fakat bu kötü ya da ikinci sırada olduklarının bir göstergesi de değil. Rock içerisinde özellikle de kendi adıma iyi bir yerde durduklarını söyleyebilirim. Diğer taraftan bakıldığında da arşivde olmazsa olmazlardan biri demek de yanlış değil. Hatta nadide parçalardan biri olarak da görülebilir
Daha önce İsrail'den bir grubu blog'da konuk etmiş miydik hatırlamıyorum ama dönemin, İsrail'den çıkmış en iyi albümlerden birini eklememiş olmak büyük bir kayıp diye de düşünüyorum. Haklarında çok fazla bilgiye sahip olmadığımız Fourteen Octaves (14 Octaves, ארבע עשרה אוקטבות ,14 אוקטבות olarak da biliniyorlar) aslında 2 kişi ile başlayan bir proje. Avner Kenner ve Yoni Rechter tarafından oluşturulan grup daha sonra yapılan Zohar Levy (davul) eklemesi ve 2 farklı bass gitaristin desteğiyle albümün kaydedilmesi kıvamına gelmiş.
Her ikisi de klavyeci olan Kenner ve Rechter liseden beri olan arkadaşlıkları sayesinde 1974 yılında birlikte albüm yapmaya karar veriyorlar. Grubun adını da piyanoda bulunan 7 oktav x 2 klavyeciden yola çıkarak 14 Octaves yapıyorlar. Bu arada belirtelim, 1974 yılında her ikisi de Tel Aviv Müzik Akademisi'nde öğrenciler. Rechter de Kaveret isimli başka bir grubun üyesi. Ama birlikte bir şeyler yapma hevesine kapılıyorlar ve uzun çalışmalar sonucunda, aldıkları eğitimin de yardımıyla nefis bir albüm ortaya çıkarıyorlar.
Jazz Rock ve Fusion ile başlayan albümün tarzı Progressive Rock'a kadar uzanıyor. Tuhaf bir şekilde albümde Gentle Giant etkileri oldukça fazla. Her iki klavyecinin de çalış tarzları Gentle Giant'teki klavyelere fena halde benziyor. Ama grubun alt yapısındaki İsrail folkloru bire bir benzeşmenin ötesine geçmelerini de sağlıyor.
Albümde To Be Alone dışında tüm parçalar İbranice. Rock müzik içerisinde alışkın olmadığımız, estetik uygunluğunu sorguladığımız dil yapılarından biri yani. Lakin bu albümde herhangi bir soruna yol açacak şekilde kullanılmıyor. Aksine, dinledikçe bu dilin de doğru kullanıldığında Rock müziğe fena halde uyduğunu fark ediyorsunuz. Tek ve ikili vokallerle desteklenen ve birbiri içinden geçiyormuş hissi uyandıran klavyeler ile gerçekten de dinlemekten keyif aldığınız albümlerden birine dönüşüyor.
Beklentilerinizin çok ötesinde etkilerle, tarz geçişleri ve etkileşimleri ile karşılaştığınız albüm gerçekten de tek albümlü efsaneler listemize tekinsiz bir giriş yapabilecek nitelikte. Onu nereye, nasıl ve ne şekilde koyacağınızı bilemeseniz de dinledikçe kafanızı daha fazla karıştırıp favori albümlerinizden biri olmaya aday.
Günümüzde çok fazla bilinmeyen ama kaydettikleri tek albümle listemize girmeyi başaran gruplardan biri de Brezilya çıkışlı olan Matuskela. 1966 yılında kurulan grup hakkında tarihsel bilgimiz çok fazla yok. Lakin Progressive Rock / Progressive Folk semalarında gezinen albümleri tarihsel bilgiyi de önemsiz kılıyor.
1966 yılında bir grup genç tarafından kurulup uzunca bir süre çalıştıklarını, bazı konser ve dinletilerde yer aldıklarını, kurulduktan 7 yıl sonra albüm kaydına girip sonraki 7 yıl boyunca da ufak tefek konserlere çıktıklarını ve 1980 yılı ortalarında dağıldıklarını biliyoruz.
Muhtemelen kuruldukları yıldan başlayan müzikal anlayışları karmaşık bir yapı içeriyor. Pek çok türü dinleyip beğendikleri albümün her yerinde etkisini hissettiriyor. Hippi müziği, Psychedelic Rock, Folk, Heavy Rock gibi türler grubun alt yapısında bulunanlar. Tuhaf bir şekilde The Beatles'tan Iron Butterfly'a uzanan, arada America'ya uğrayıp Santana'ya selam veren bir tarzları var Matuskela'nın. Akustik ve Elektrikli gitarlar, bongolar, ilkel bir anlayışla yaratılmış Synthesizer riffleri, kimi zaman acıtan kimi zamansa gülümseten incelikli vokali ile insanın içine işleyen albümlerden biri demek yanlış da olmaz.
Albümün genelinde henüz tam olmamışlık hissiyatı bulunsa da Proto Prog olarak adlandırılabilecek bir müzikal anlayışları yok. Belli ki çok uğraşmışlar, istekle şevkle parçaları yazıp çalmışlar. Bunu yaparken de az önce bahsettiğimiz tarzların hepsini de içine aktarmışlar. Birbirinden bağımsız bu türleri bu kadar iyi şekilde birbirine yedirebilmek kolay bir şey olmasa gerek.
Matuskela'yı uluslararası başarılara sahip büyük gruplarla karıştırmamak da gerekiyor. Onlar, verdikleri o yerel havayla bölgesel özellikler taşıyan ve kısıtlı bir alana hitap eden bir müzik yapıyorlar. Latin ezgilerinden, sade ama etkileyici şeylerden hoşlananlar için bire bir yani. İşin ilginç yanı Brezilya'dan çok diğer ülkelerde biliniyorlar. Bunun en büyük sebebinin müzikal anlayışlarındaki diğer türler olsa gerek. Eklektik bir yapıya sahip olan Matuskela'nın Folk Progressive Space Acid Rock gibi saçma bir şekilde tanımlayabileceğimiz bir tarzı var. Brezilyalılar için bu o dönemde çok fazla gelmiş olsa gerek.
Dinlemeden geçmeyin, zira sizi şaşırtabilecek çok fazla ilginçlik barındırıyor içinde. Ama beklentilerinizi de yüksek tutun. Böylesi değişik bir anlayışa sahip gruptan daha azını beklemek de doğru değil.
1972 yılı sonlarına doğru Dublin'de kurulan Peggy's Leg, 4 kişiden oluşan enfes bir Progressive Rock / Progressive Folk grubudur. Gitarist Jimi Slevin tarafından kurulan grup çok kısa ömürlü olup kaydettiği tek albümle önemli de bir iş başarmışlardır. Özellikle albümün yayınlandığı dönemde uluslararası bir başarı elde edemeseler de İrlanda ve İngiltere'de oldukça bilinir hale gelmişler. O kadar ki Yılın En İyi Yeni Grubu, Yılın En İyi Gitaristi ve Yılın En İyi Davulcusu ödüllerini almışlar.
Albümün yayınlanmasından kısa bir süre sonra önce bassist Vincet Duffy ardından da Slevin gruptan ayrılmış, kalan elemanlar yeni müzisyenlerle devam etmeye çalışsalar da ömürleri ancak 1975 yılına kadar sürebilmiş. Özellikle İrlanda'da klasik müzik parçalarının uyarlamaları ile bilinir hale geldiklerinde epeyce yol kat edeceklerini düşünmüş olsalar da maalesef bu fikir çok geçerli olmamış.
23 saat gibi kısa bir sürede kaydedilen Grinilla'da beklentilerinizin çok üstünde şeylerle karşılaşmanız mümkün. Klasik müzikten gelen bir bakış açıları olsa da oldukça güçlü hatta heavy gitarlar mevcut. İrlanda folklorunun temel noktalarından izleri de sıklıkla parçalar içerisinde duyabiliyorsunuz. Parçalar o kadar zenginleştirilmiş ki Psychedelic Rock, Folk, Symphonic Rock, Fusion gibi türleri birbiri ardına sıralanmış şekilde buluyorsunuz.
Pek çok kaynakta Eclectic Prog olarak kataloglanmalarının en büyük nedeni de parçalardaki ya da bütüne baktığımızda albümdeki müzikal çeşitlilikten kaynaklanıyor. Türler arasındaki geçişleri o kadar iyi sağlamlaştırmışlar ki neyin nerede başlayıp bittiğine emin olamıyorsunuz. Bazı kaynaklarda Yes, Genesis, ELP gibi gruplarla benzeştikleri ve onları dinleyenlerin Peggy's Leg'i de seveceklerine dair cümleler bulunuyor. İkinci kısım doğru olmakla birlikte ilk kısım için aynı şeyi söyleyemeyiz. Zira bahsi geçen grupların kendilerine has ve diğerleri ile benzeşmeyen müzikal yapılara sahip oldukları gerçeği Peggy's Leg için de geçerli. Belki bu grupları toplayıp aynı yere koyabilirsiniz ama hiçbiri birbirinin benzeri, öncülü ya da ardılı değil. Benzeştiklerini ya da aynı kuşakta yer aldıklarını söylemek de saçma olur.
Albümün son parçası, Aram Khachaturian tarafından bestelenmiş olan Sabre Dance'in oldukça sert bir versiyonu. Dinlemeye doyamadığınız, dinledikçe daha fazla bağlandığınız tarzda parçalardan. Albümün CD versiyonunda en sona bir de Son of Grinilla adında, Vincent Duffy'nin ayrılmasından hemen sonra kaydedilmiş olan bonus parça eklenmiş ki o da albüme yakışır nitelikte bir parça olmuş.
1970 yılında İngiltere kurulan Home 4 yıllık, müzikal anlamda başarılı bir kariyerin ardından dağıldığında arkalarında oldukça başarılı 3 albüm bırakmışlardı. Özellikle Laurie Wisefield'ın gitarla yaptıkları ve grubun aynı zamanda söz yazarı da olan Mick Stubbs'ın naif vokali sayesinde öne çıkıyorlardı. Ticari anlamda büyük başarılar elde edemeseler de müzikal çeşitlilikleri ve kaliteleri onları başarılı bir noktaya sürüklemişti.
Led Zeppelin ve Wishbone Ash gibi grupların ön grubu olarak sahne almaları oldukça büyük başarıydı. Hatta Wishbone Ash'tekiler grubu ve özellikle gitarist Wisefield'ı o kadar beğenmişlerdi ki Ted Turner gruptan ayrılınca yerine hemen onu almışlardı. Wisefield'ın da kariyeri Wishbone Ash ile birlikte şekillenmiş oldu.
Ama bunun hemen öncesinde başarılı ilk iki albümün ardından konumuz olan ve hala İngiliz tipi Progressive Rock'ın en iyi konsept albümlerinden biri kabul edilen The Alchemist'i kaydetmişlerdi. Albümün hem satış grafiği hem de kendisi oldukça başarılıydı. Fakat yukarıda bahsettiğimiz gibi pek çok gruba destek grubu olarak katılıp sahne alıktan sonra Al Stewart'tan gelen teklifi Stubbs hariç herkesin kabul etmesi, Stubbs'ın gruptan ayrılmasına sebep oldu. Wisefield'ın aldığı Wishbone Ash teklifi ile birlikte de Home'un devam etmesi için hiçbir sebep kalmamıştı. Wisefield, Wishbone Ash ile yoluna devam ederken Cliff Williams önce Bandit'e ardından da kariyerinin dönüm noktası (ticari başarı olarak elbette) olan AC / DC'ye katıldı.
The Alchemist'teki sözler Mick Stubbs'ın okuduğu, simyanın ruhani yönlerini anlatan bir kitap üzerine kurgulanmış. Stubbs ile birlikte sözlerin yazımına David Skillen yardım etmiş. İkisinin yazdığı hikayeye göre Cornwall şehrinde yaşayan yaşlı bir Simyacı ile arkadaş olan genç adam, Simyacının ölümünden sonra adamın doğaüstü güçlerini miras alıyor ve şehri doğal afetten kurtarıyor. Fakat bu kurtarma sürecei o kadar zorlu bir süreç ki genç adam bir anda yaşlanıyor ve güçten, kuvvetten düşüyor. Aynı felaket bir kez daha yaşandığında da şehri kurtaramıyor. Şehirde hayatta kalan ve Simyacının şehri kurtaramadığını bilen bir grup insan adamı linç ederek öldürüyorlar. Albümdeki 12 parçanın tamamı bu hikaye üzerine odaklanmış durumda. Bu nedenle de hikayenin çeşitli bölümlerinde felaketin gelişi sırasındaki endişeyi anlatan notalar, genç Simyacının şehri kurtarırken gösterdiği çabalar, kutlamalar için alkış seslerini hem içinizde hem de kulaklarınızda duyumsuyorsunuz.
Progressive Rock'ın en önemli ve kaliteli ama bir o kadar da bilinmeyen, unutulmuş albümlerinden biri The Alchemist. Hakkını geri vermenin zamanıdır!
HOME
Mick Stubbs / Lead Vokal, Gitar, Piyano
Laurie Wisefield / Lead Gitar, Steel Gitar, Akustik Gitar, Vokal
Cliff Williams / Bass Gitar, Vokal
Mick Cook / Davul, Vurmalılar
Konuk Müzisyen:
Jimmy Anderson / Piyano, Org, Mellotron, Synthesizer , Vokal