26 Aralık 2008 Cuma

Frank Bornemann (Eloy) ile Söyleşi...

Aha bu da cümle aleme yılbaşı hediyemizdir. Aşağıdaki röportaj blog sakinlerimizden Eloi lakaplı Mert Göçay'a aittir. Kendisi üşenmemiş, Almanya'ya gitmiş ve Eloy'dan Frank Bornemann'ı bularak hem onu hem de bizi şaşırtarak şaane bi röportaja imza atmıştır. Devamının geleceğini umuyoruz... 

Gökyüzündeki Kale

MG - merhaba Frank, öncelikle benimle görüşmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim.

FB - asıl ben çok teşekkür ederim, büyük bir zevk olacak seninle müzik hakkında konuşmak. Bizim grubun gizli elemanlarından birisin aslında, yaptığın web site bizimkinden daha iyiydi, Robin’e (Eloy fan club başkanı) de defalarca söyledim hatta bilmiyorum dikkat ettin mi senin adını “credits” bölümünün içine yazmıştık. Ayrıca bu kadar yolu geldiğin için ayrıca ben teşekkür ederim.

MG – Eloy için az bile....Elbette biliyorum, yıllarca gururla arkadaşlarıma gösterdim ismimi J

MG – istersen sohbetimize Almanya’da ki progressive rock gelişim dönemleri ile başlayalım.

FB – nasıl istersen...

MG – Progressive rock denildiği zaman nedense Alman gruplarını her zaman ayrı bir yere koymuşumdur. 60’lı yılların sonlarına doğru gelişen progressive rock akımı Almanya’ya da ki etkilerinin ilk görüldüğü dönem; muhalefet ve anarşinin kol gezdiği 1968 de Essen’de yapılan 

German rock festival sanırım yanılıyormuyum?

FB – Genelde Alman progressive rock müziği için bu söylenir ancak festivalden önce şimdiki deyimle underground mekanlarda sahne alan gruplar vardı ve benim yaş grubumdaki insanlar bu adamları dinlemek ve çalmak için bir araya gelirdik.

MG – ne çalıyorlardı? Kendi bestelerini mi yoksa cover mı?

FB – Aslında cover şarkıları daha çok çalıyorlardı ama kendilerinden geçip doğaçlama takılıyorlardı.

MG – krautrock kavramının ilk çıktığı dönemlerde bu dönemler sanırım.

FB – aynen öyle

MG – sen hatırlıyormusun orada dinlediğin grupları?

FB – tabii ki...çoğu benim arkadaşımdı zaten

MG – kimler mesela?

FB - Hannover’e gelenlerden faust, birth control, can, guru guru, frumpy ve daha birçokları

MG – aklına gelirmiydi birkaç sene sonra bu gruplarla aynı festivalde çalacağın?

FB – o sıralar bankada çalışıyordum, aklımın ucundan geçmezdi.

MG – peki gelelim Eloy’un kurulma hikayesine, diğer Alman gruplarına takılırsak sohbet uzar gider

FB – İlk albümümüzde davulu çalan Helmut Drath, Lethre’de bir gece klübünde rock müzik yarışmasında jüri üyeliği yapıyordu, bende arkadaşlarımla Cream coverları çalarak  yarıştık ve şanslıydık birinci olduk.

MG – o gün yarışmaya katılan ve sonradan albüm yapan tanıdıklarımız var mı?

FB – hannover gördüğün gibi küçük bir yer herkes birbirini tanır grup elemanları arasında da bol bol değiş tokuş olmuştur. Evet tanıyordum çoğunu J

MG – en çok senin başına geldi herhalde bu eleman değiştirme işi J, neyse bunu sonra konuşuruz...biz Eloy’a geri dönelim

FB – birinci olduğumuzu öğrenince çok sevindik ve içmeye başladık o sırada Helmut ile konuşmaya başladım ve ona artık cover çalmak istemediğimden söz ettim. O da oldukça istekliydi ve hemen fikirler havada uçmaya başladı. O sıra birlikte çaldığım bas gitarcı Wolfgang Stöcker'e fikrimi söyleyince hemen kabul etti. Grubun içinde çift gitar olmasını istedik çünkü tarz olarak biraz daha klasik rock gibi düşünüyorduk, keyboard çalacak birini aramaya fırsat kalmadan Erich Shriever’i aramıza aldık hem harika bir sesi vardı hemde bize yetecek kadar keyboard çalabiliyordu.

MG – söyleceğim şeye lütfen alınma ama cidden çok enteresan ve güzel bir sesi olduğunu düşünüyorum Erich’in, keza grubun içinde kalsaydı bu defa senin Alman aksanlı 

sesinden mahrum kalacaktık :)

FB – hahaha...Annesi opera sanatçısıydı, kendi de eğitimini almıştı bu işin, gerçekten harika bir sesi vardı. hiçbir zaman iyi bir vokalist olduğumu düşünmedim zaten, nasıl vokalist olduğumu da anlatırım birazdan.

MG – peki kadro oluştuktan sonra şarkılar nasıl şekillendi?

FB – Erich şarkıların çoğunu yazdı, Manfred ve ben de yardım ettik takıldığı noktalarda.

MG – Erich’in sizlerden farkı biraz daha protest bir duruşu olmasıydı sanırım. şarkı sözlerinde etkisi çok fazla görülüyor hatta, bu sizi rahatsız etmedi mi?

FB – gereğinden fazlaydı bence...

MG – Albümün yapısına gelince öncelikle kendi fikrimi söylemek isterim, ben yoğun bir şekilde Deep Purple,Uriah Heep hatta Cream etkileri görünüyor albümde ancak ileride Eloy’u Eloy yapacak kıvılcımlarda yok değil...hatta “Inside” albümünün açılış şarkısı olan “Land Of Nobody” (ki bence müthiş bir şarkı) bu albümde yer alan “Eloy” parçasını kendine referans alıyor.

FB – evet orada bir gönderme yaptık, ama baktığın zaman bambaşka bir sound’du ilk albüm.

MG – aslında sonradan konuşacağımız bir konu bu, çünkü malesef sound’u çok sık değişen bir gruptu eloy, dönemlere ayırmak çok kolay bu açıdan bakılırsa. Simdi tekrar albüme dönelim; “Isle of Sun”, “Someting Yellow” ve “Song Of A Paranoid Soldier” dinleyiciler tarafından öne çıkarılan şarkılar.

FB – güzel şarkılardı ancak konserlerde seyirciyi havaya sokacak bir atmosfer kesinlikle yaratmıyordu ve cover şarkı çalmak zorunda kalıyorduk.

MG – bana göre en kötü albümünüz değil ama birine “al Eloy dinle” diye vereceğim bir albümde değil.

FB – haklısın o yüzden üzerinde fazla konuşmayalım derim, sen ne dersin?

MG – patron sensin J

MG – asıl Eloy efsanesine doğru kayalım öyleyse...ilk albümün başarısızlığı ile birlikte Erich ve Helmut gruptan ayrildi, sebep olarak ne dediler ayrılma konusunda?

FB – İkisi de müzik yapmak istemiyordu, çok tartişma filan olmadı sende biliyorsun Erich daha sonra yapacağımız albümlerde söz kısımlarında bize çok yardımı oldu.

MG – Fritz Randow’u nerden buldunuz?

FB – bizim çaldığımız mekanlarda o da cover çalan bir grupta davul çalıyordu, Helmut’un da arkadaşıydı o da önerince kaçırmayalım dedik. Çocukluğundan beri davul çalıyordu ve gerçekten harika bir bateristti.

MG – bence sen davulcu konusunda çok şanslıydın muhteşem davulcularla çalışma fırsatın oldu.

FB – çok haklısın kesinlikle

MG – birde Manfred Wieczorke’un elinden gitarı alıp keyboardun başına oturttunuz J

FB – çok istekliydi, zaten bize o an için uyum sağlayacak kimseyi bulamamıştık, çok da iyi işler çıkardı bence.

MG – yepyeni bir kariyer planı yapmış oldunuz onun için, asıl enstrümanı gitar olduğu için keyboard performansı mükemmel değil ama sizin ihtiyacınız kadarını çalabilmiş zaten fazlasıda soundu bozardı diye düşünüyorum.

FB – hammond soundunda gitar solo atar gibi çaldığı yerler vardı, beni de böylece bu yükten kurtarmış oldu, ekstra keyboard süslemeleri çok rahatsız edici olabilirdi.

MG – sizin vokale geçmeniz nasıl oldu?

FB – ben kesinlikle istemiyordum, daha önce cover şarkılar söylüyordum, The Beatles, Rolling Stones, Cream... ama studyo kayıdına girecek kadar bir sesim olmadığını biliyordum. Ancak menejerimiz çok baskı yaptı, şarkıları yaptıktan sonra vokal kısmı için beni kayıt odasına soktu ama ilk denemeler çok kötüydü.sonra bana iki tane Jethro Tull albümü verdi bunları iyi dinle aynı Ian Anderson gibi söyleyeme çalış dedi. Eve gidip günlerce çalıştım sonra studyoya gittiğimde diğer grup elemanlarının odaya girmesine müsade etmedim çünkü beni sürekli güldürüyorlardı. İşte sonunda bu kayıtlar çıktı ortaya.

MG – Çok enteresan ve güzel birşey olmuş, gırtlaktan titreyerek gelen alman aksanlı ingilizce J

FB – beni bir vokalist olarak değerlendirme lütfen J

MG – hiçbir zaman bunu yapmadım, yapmam J

MG – albüm bence Eloy’un ilk albümü şeklinde değerlendirilmeli, albümdeki tüm parçalar gerçek bir progressive rock şarkısında olması gereken tüm unsurlara sahip. En favori şarkın hangisi bu albümde?

FB – “Land Of Nobody” kesinlikle

MG – gerçekten harika bir şarkı, Manfred’in keyboard performansı cidden inanılmaz, bu arada “Up And Down”u neden o söyledi?

FB – kendi bestelemişti, bende cidden albümde vokal yapmak istemiyordum o sırada bu şarkıyı ben söyleyeyim dedi bende severek kabul ettim.

MG – bu arada benim ilk dinlediğim Eloy parçasıdır “up and down”...bir arkadaşım kaset vermişti bana al dinle alman bir grup diye, bende bir ara dinlerim diye almıştım. Sonra kaseti dinlemeyek için play tuşuna bastığımda tam şarkının başındaydı, bu da ne böyle deyip defalarca dinlemiştim. Davullar çok dikkatimi çekmişti bu albümde, aslında bir sonraki Eloy albümünde göreceğimiz aksak ritmler “Land Of Nobody” dışında pek kullanılmamış ama çalma tekniği açısından Fritz’in ne kadar yetenekli olduğu net bir şekilde görülüyor.

FB – onu çalarken görmen lazımdı, saatlerce hiç ara vermeden yüksek tempoda ve aksak çalabilirdi.

MG – tahmin edebiliyorum, görmeyi çok isterdim doğrusu. Peki konserler nasıl geçti?

FB – tabii bu albümle birlikte en azından Hannover’de duyulmaya başlandık ve çok uzak olmayan yerlere diğer gruplarla birlikte turlara katılmaya başladık.

MG – sahneye son çıkan asıl grup değildiniz herhalde?

FB – malesef değildik, birth control, can, guru guru, frumpy meydanı süpürüyordu, biz arada kaynıyorduk.

MG – konserler devam ederken, Erich’in de katkılarıyla bir sonraki albüm için aynı kadro ile çalışmaya başladınız değil mi?

FB – Aslında ilk albümü hazırlarken bazı parçalar şekillenmeye başlamıştı bile, bu bağlamda kadroyuda hemen hemen aynı tutmamız işimizi çok kolaylaştırdı.

MG – Bu albümün kayıtlarından önce Hannover’in dışında bir evde kapanıp çalıştığınız doğru mu? Hatta “Madhouse” isimli parçayıda bunun üzerine yazmışsınız.

FB – Süper bir dönemdi, sürekli kafalarımız güzeldi, canımız istediğinde elimize gitarı alıp çalıyorduk. Evet, o şarkıyı bu deneyim üzerine yazmıştık.

MG – bu albümün Inside’dan en önemli farkı, hammond organa ek olarak Manfred’in synthesizer ve moog kullanması sanırım. Özellikle “Plastic Girl” en güzel örnek buna

FB – elimize biraz para geçinde Manfred’in baskısıyla aletleri satın aldık, fena da olmadı.

MG – bence süper olmuş, Manfred’de çok mutlu olmuştur eminim, zaten sizinle ihtisasını tamamlayıp Jane’e hazır bir halde gitti J

FB – hahahaha evet Peter (panka) çok memnun olmuştu J

MG – tekrar albüme dönecek olursak, “Castle In The Air” bariz bir şekilde ön plana çıkıyor, Fritz gerçekten ne kadar inanılmaz bir davulcu olduğunu gözler önüne seriyor. Birde şarkının can alıcı noktalarından olan gitar solo kısmına vokal ile eşlik edilmesi cidden çok enteresan olmuş, kimin fikriydi bu?

FB – benim tabii ki. Ben madhouse’da ki çalışmalar sırasında bas gitar riffini çıkartmıştım zaten, diğer grup elemanlarıyla şarkıyı paylaşmadan önce aklımda öyle birşey yoktu. Birkaç çalmadan sonra bir eksiklik olduğunu düşündüm ve solo kısmına vokali ekledim o sırada Fritz’de davul solo ekledi.sonucunda gerçekten çok heyecan verici bir şarkı çıktı ortaya.

MG – Eloy’un sounduna çok aşina olmayan insanların hoşlandığı bir şarkı, kesinlikle Eloy’un en iyi şarkılarından biri diye düşünüyorum.

FB – “The Light From Deep Darkness” ve “Plastic Girl” hakkında ne düşünüyorsun?

MG – “The Light From Deep Darkness” tipik bir hard rock temalarıyla dolu bir şarkı, Manfred’in keyboard partisyonları olması gerektiğinden fazla uzun gibi geliyor nedense ama çok rahatsız edici değil kesinlikle. “Plastic Girl” ise tam bir klasik, ortasındaki keyboard ve gitar solo cidden çok güzel. cep telefonumun melodisi bu arada J

FB – Arap riffleri kullandik dikkat ettiysen.

MG – tamamında değil ama sadece ortasında kullanmışsınız J

MG – bu dönem aslında çok enteresan bir dönem çünkü aynı zamanda Scorpions’da ikinci albüm çalışmalarına sizin prodüktörlüğünüzle birlikte başladı. Nereden çıktı bu iş?

FB – Rudolf Schenker benim çocukluk arkadaşımdır, beraber gitar çalmayı öğrendik. Beni sürekli arardı “hadi akşam şurada sahneye çıkıyoruz” diyerek, benim underground dünyasına girişimi sağladı aslında. İlk albümleri çok kötü değildi ama kardeşi Michael UFO’ya dahil olup davulcularıda ayrılınca ne yapacaklarını bilemediler. Uli Roth’un bir grubu vardı o dönemler.

MG – Dawn Road J

FB – evet J UFO ile çıktıkları turne sonrasında Uli Roth gitar konusunda yardımcı oldu daha sonra ben ona neden Scporpions’s katılmasını teklif ettim, kendi grubu olduğunu söylediğinde onlarıda getir dedim J

MG – ve “Fly To Rainbow” kayıtlarına başladınız.

FB – Mükemmel bir çalışma olmuştu, hepsi çok yetenekli müzisyenlerdi kayıtlarda çok kısa sürede bitmişti.

MG – Jürgen Rosenthal’ın performansı sizi büyülemiştir sanırım

FB – ahtopot gibi çalıyordu, öyle ritmler yapıyordu ki üzerine harika bir şarkı yazmamak yazık olurdu. Ancak takıntılı bir şekilde Bill Bruford hayranıydı, boş olduğu zamanlarda onun gibi çalmaya çalışıp sonrada bize “bakın aynısını çalıyorum” diyordu. Şarkıların kayıtları sırasında gereğinden fazla atak yapıp şarkıların yapısını bozuyordu, öyle vurma böyle vur diye diye aramızda ufak gerginlikler oldu ve baktım olmuyor onu evine yolladım. Sonra mikserin başına oturup başka şarkılarda kullandığımız bazı davulları eksik olan yerlere yerleştirdim. Onun bundan haberi yoktu tabii J

MG – yanlız “They need a Million” daki davullar gerçekten akıllara durgunluk verecek cinsten, albüm olarakta çok severim baştan aşağıya güzel şarkılar emeğiniz olduğu belli J

MG – Beraber turneye çıktınız mı hiç?

FB – çok azdır  konserlerin sayısı, çünkü onlar biraz daha hard rock çalıyorlardı bizim tarzımız biraz daha değişikti.

MG – sizin bir sonraki albüm çalışmalarınız aynı studyoda mı oldu, birde gruba ikinci gitaristi eklemenizin sebebi Scorpions’tan etkilenmiş olmanız mı?

FB – Rudolf çok ısrar edip sonunda ikna etti beni, aslında ben daha az kadro ile çalışmayı seven biriyim...benim kafamda hep konsept albüm hazırlamak vardı ama bir türlü o havayı yakalayamamıştık ama bu defa albümün hazırlarına başlamadan önce fikrimden söz ettim grup elemanları çok istemeyerek kabul ettiler. Onlar biraz daha sert tonlar istiyorlardı o dönemki gerizekalı menejerimizde onlara gaz veriyordu sürekli Frank’ten kurtulun sizi star yaparım diye, albüm kayıtları bittiğinde çekişmeler fazlasıyla arttı müzik konusunda ben menejeri kovmak istedim ve kovdum ama grup elemanlarıda buna tepki gösterip hepsi birden ayrılıp beni yanlız bıraktılar !!!

MG – tam da grup sizin istediğiniz yöne doğru yönelmeye başlamışken olması kötü olmuş.

FB – Tam yükselişe geçmiştik, aranılan bir gruptuk, elimize para geçmeye başlamıştı ama o dönemde ben bir hata yaptım, Amerikalı bir şirket avrupada potansiyeli olan grupları arıyordu gelip bizi buldular, bizi oraya götürüp tanıtacaklarını dünyanın heryerine turnelere götüreceklerini söyledi ben ve grup elemanları bunu red ettik. Sonra onları arayıp size başka bir grup önereyim diyerek Scorpions’u önerdim, onlar sözleşmeyi imzaladılar bizim yerimize.

MG – onları siz meşhur ettiniz öyleyse J

FB – Aynen, bana çok şey borçlular J

MG – Bu  hikayeyi aslında 2 cd ile anlatacaktınız ama grup dağıldığı için bu projede ortada kaldı.

FB – evet hikayeyi bitiremedik ama kalan halide fena değildi galiba, sonra bu düşüncemi “Planets” ve “Time To Turn” albümlerinde gerçekleştirebildim.

MG – Manfred’in gitarı bırakışı ve keyboard’un başına oturması arasında geçen sürenin bu kadar kısa süre olmasına rağmen bence tüm kariyerindeki en başarılı performanslarından birini yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim. Şarkılar bir hikayenin parçası olduğundan alıştığımız uzunlukta değil, iki şarkı hariç ki onlarda en iyi şarkılar. Bu arada bas gitar çalan Luitjen Jansen’de son iki albüme damgasını vurmuş diyebiliriz sanırım. Neyse tek başına kaldığınızda neler yaşadınız?

FB – hayatımdaki herşey bir anda alt üst oldu, grup tam istediğim başarıya ulaşmıştı ama menejer yüzünden yarı yolda bırakıp gittiler, aynı dönemde eşim çok ciddi bir rahatsızlığa yakalandı ve berbat bir döneme girdim. Müzikle hiç ilgilenmek istemiyordum aslında ama çevremden devam et baskıları artınca sağa sola haber saldım. Scorpions’da süper işler yapan Jürgen orduya katılmak için gruptan ayrılmıştı, döndüğünde yapacak bir işi yoktu tam o dönemde bana uğradı napıyorsun diye. Bende neden benimle çalışmıyorsun dedim, onun konsept albüm fikri olduğunu geçmişten biliyordum, zor ve değişik biri olduğunu bile bile onu yanımda istedim çünkü şarkı yazacak vaktim yoktu. birinin bana bu konuda yardım etmesi gerekiyordu, ben günün büyük bir kısmını hastanede geçirirken Jürgen şarkıları yazıyordu o sırada Klaus-Peter Matziol gruba katıldı, bu arada görüp görebileceğin en iyi bas gitaristlerinden biridir. Keyboard için çok sayıda adam denedik ama hepsi klasik piyano çalar gibi çalıyordu ama ben Manfred gibi asıl enstrümanı gitar  olan birini arıyordum çünkü o tip müzisyenler asıl hakim oldukları enstrüman olmadığı için kendini parçalamıyor yetenekli olduğunu ispat etmeye çalışırcasına; sakin sakin takılıyorlar. Ben her zaman keyboard çalacak kişiyi gitarcılardan seçerim, bence sende böyle yapmalısın J

MG – bunu hiç düşünmemiştim J bu arada albümün önceki Eloy albümlerinden daha senfonik olması yeni bir dönemin başladığına da işaret ediyor tabii. Hüzünlü bir sound albümün başından sonuna kadar alıp götürüyor bu bağlamda dönemin popüler grupları ile yarışır hale gelmiş denebilir sanırım.

FB – Dawn albüm satışı açısından en başarılı çalışmalarımızdan biri oldu kesinlikle, ortaya çıkan sonuçtan hepimiz çok memnunduk.

MG – yeri gelmişken, Eloy severler arasında bir tartışma vardır Jürgen mi? Fritz mi? diye. Sen ne diyorsun buna hangisi daha iyiydi?

FB – hmmm çok zor bir soru...

MG – aslında ikisininde tarzları bambaşka karşılaştırmak çok yanlış ama insanlar merak ediyorlar bu soruya senin vereceğin yanıtı

FB – Bodo Schopf ikisinden de iyi J

MG – yok artık !!! J

FB – ciddi söylüyorum, güven bana...çok iyi davulcularla çalıştım onun gibi yeteneklisini görmedim.

MG – buna kesinlikle inanmam

FB – bir iki gün daha kal burada ve stüdyo çalışmasına katıl kendi gözlerinle gör.

MG – çok isterdim, konsere gelirim artık

FB – Anlaştık J

MG – aynı kadro ile peşpeşe albümler yaptınız, Ocean yine çok başarılı albümlerden biri oldu grup için belkide en çok bilinen Eloy albümlerinin başında geliyor. Peki o dönemler diğer müzisyenlerin albümlerini dinliyormuydun?

FB – hiç dinlemiyordum, beni ilgilendirmezdi onların neler yaptığı.

MG – konserlere gitmiyordun yani ?

FB – Pink Floyd, The Who, Deep Purple, Led Zeppelin, King Crimson, Yes...vs gibi grupların hiçbir konserini kaçırmadım.

MG – Pink Floyd hakkında ne düşünüyorsun?

FB – bizi sürekli karşılaştırıyor olmalarından rahatsız oluyorum, onlar bambaşka müzik yapıyorlar biz başka. Genel olarak beğeniyorum.

MG – Aynı fikirdeyim.

FB – çok iyi albümler yaptılar. Roger Waters aşırı yetenekli biri, yanına David gibi gitarcı bulunca tutulamadı.

MG – arkalarında Jürgen ya da Fritz olsa ne olurdu sence J

FB – Düşünemiyorum bile, uçarlardı herhalde J

MG – Ben Jürgenciyim bu arada...sebebi Frizt’den daha iyi davulcu olması degil, ki olmayabilir. bence Jürgen komple bir müzisyen, ben olaya bu açıdan bakıyorum, sonuçta Dawn,Ocean ve Silent Cries and Mighty Echoes gibi albümleri yapabilecek bir yeteneğe sahip, ama kafası net olmayan bir adam anladığım kadarıyla.

FB – Bu açıdan bakarsan evet Jürgen çok daha yararlı oldu, özellikle benim stüdyo dışında çok vakit geçirmemden dolayı bütün enerjisini ve konsantrasyonunu bu işe veriyordu. Fakat kötü alışkanlıkları olmasından dolayı blok olduğu dönemlerde oluyordu, hemde olur olmadık zamanlarda yapıyordu bunu ve aramızdaki en büyük sorunda buradan çıktı zaten. Davulun başına oturup aval aval bize bakıyordu bazen, delirecek gibi oluyordum.artık dayanılmaz olduğunda ayrılmak zorunda kaldık, oysaki sakin kalabilseydi müthiş işler yapabilirdik.

MG – kendisi de pek bir iş yapamadı, Ego On The Rock diye bir grup kurdular Detlev ile biliyorsundur, oldukça başarısız bir çalışma

FB – dinlemedim ama kötü olduğuna eminim.

MG – bu dönemde tek konser kaydınızı yaptınız

FB – ses kalitesi çok kötüydü kesinlikle istediğimiz gibi olmadı, mesela “Decay Of Logos” çaldığımız en etkili şarkıydı onu albüme koyamadık ses bozukluğundan dolayı.

MG – bu arada konserlere genelde hangi parça ile başlıyordunuz?

FB – çoğunlukla “Inside” ile başlardık.

MG – “Castle In the Air” daha iyi olmazmıydı J

FB – J

MG – Silent Cries’da yer alan “The Apocalypse” süper bir şarkı bu arada, en iyi şarkısı olabilir Eloy’un...özellikle ikinci gitar solosu, kadın vokalin çığlıklarıyla dinleyeni çok etkiliyor...

FB – kesinlikle katılıyorum sana benimde en favori şarkılarımdandır. Kadının sesi çok iyi ama değil mi?

MG – kesinlikle..hoşunuza gittiği için sanırım aynı vokali sonraki albümlerde de kullandınız J

FB - J

MG – peki çok karamsar şakılar yapmanız konsere gelen insanları nasıl etkiliyordu?

FB – çoğunlukla kendilerinden geçmiş oluyorlardı müzikle birlikte ama ben insanlara pozitif mesajlar veren şarkılarda yapmak istiyordum, mesela Jürgen’e neden “Pilot To Paradise” gibi umut veren şarkılar yazmıyorsun dedim aynı isimli şarkı ile geldi buna çok memnun olmuştum J

MG - Klaus Matziol ile yanlız kalınca karamsarlığa düştünüz mü?

FB – bu defa çok hazır elemanları hemen bulduk.

MG – Jim McGillivray ingiliz Epitaph grubunda davul çalıyordu ve elinde şarkı sözleriyle geldi sanırım. Bu bağlamda yine işleri kolaylaştırdı ve bu yeni kadro ile Eloy için yepyeni bir dönem daha başladı. Elektro gitardan distortion sesi daha bir bağırır oluyor belkide gitarist Hannes Arkona’nın katılımı ile birlikte

FB – Jim iskoçtu bazen ne dediğini bile anlamıyorduk ama o da iyi davulcuydu. Dedim ya davulcu konusunda çok şanslıydım. Hannes çok iyi arkadaşımdı onunla daha önce de çalışma durumunu konuşmuştuk ama o daha sert müzik yapmak istediği için birlikte müzik yapamamıştık, şartlar uygun oldu ve aramıza katıldı.

MG – şuan da kayıtlarda kendisini görüyoruz buraya gelip gidiyor sanırım.

FB – tabii. Şuanki kadronun elemani durumunda.

MG – sound olarak değişmesi ile birlikte kalitede yavas yavas düşüş görülmeye başlıyor bunun sebebi neydi? Bu arada Colours , Planets ve Time To Turn güzel albümler kötü olduklarını düşünmüyorum sadece ister istemez eski dönem albümlerle karşılaştırdığım zaman daha zayıf gibi geliyor bana.

FB – Time to Turn genel olarak Almanya’da en başarılı olan albümümüzdü, en çok satan albüm ödülünü aldık, şarkılarımız sürekli radyoda çalınıyordu, Colours ve Planets’de güzeldi. Dediğin gibi gitarın distortionunu biraz arttırdık aslında bu sebepten dolayı benimde vokal yapmam daha da zor olmaya başladı

MG – arada Fritz gruba geri geldi J

FB – bizi çok özlemiş, öyle dedi J

MG – şarkıların yapısı değiştiği için bizde eski tadı bulamadık onda açıkçası ama Planets ve peşinden gelen Time To Turn yani birbirini takip eden hikayeler Eloy’un diğer albümlerinden bu bağlamda sıyrılıyorlar. Belki öncesinde Power And The Passion’ın devamında yapmak istediğin şeyi o zaman yapabilmiştin.

MG – sonrasında çok kötü bir döneme geçiliyor ve ardı ardına kötü albümler geliyor sebebi neydi bunun?

FB – 80li yılların etkisi diyeceğim çok klasik olacak ama sanırım grup elemanlarının baskısı bu tarz müzik yapmamıza sebep oldu, zaten o albümlerde benim çok az bestem vardır.

MG – keşke hiç çalmasaymışsın J Aslında eloy 80 lere geç giren gruplardan biridir ama sonunda sizde yenik düşüyorsunuz bir şekilde. Sizinle aynı dönemde müzik yapan gruplarıda sizden farklı değil kesinlikle

FB – gerçekten çok kötü müzikler yapıldı, dinleyici kitleside çok değişti, beklentiler vs bir anda kendimizi çıkış noktamızdan çok uzak biryerde duruyor gördük.

MG - Michael Gerlach ile tanışmanız belki sizin kurtuluşunuz olacaktı ama ilk albümünüz bana kalırsa tam bir hayal kırıklığı, nasıl oldu davulcusuz bir albüm yapabildiniz?

FB – Michael bilgisayardan bütün enstrümanları yeteri kadar çalabileceğini düşünüyordu beni de ikna etti zamanla J

MG – tabii sürekli grup elemanları tarafından terk edilen biri olduğunuz için kalabalık kadro ile çalışmak yerine bir iki tuşla bütün enstrümanları çalacak bir kişi daha mantıklı J

FB – o kadar değil canım, sonuçta biz şarkıları yazdık sonra kayıtlara müzisyenler getirdik enstrümanları çalsın diye.

MG – “Voyager of the future race” albümdeki en iyi parça herhalde ama davul yok J

FB – çok acımasızsın J

MG – Özür dilerim ama fikrim bu ne yapabilirim J

MG – Sound gittikçe Space Progressive rock’tan Space Rock hatta Hard Rock’a kayıyorken neden müdahale etmedin?

FB – engellenemez birşeydi sonuçta tek başıma değildim, çok farklı unsurlar var ve seni etkileyebiliyor.

MG –tüm bu birkaç albüm boyunca birkaç tane oldukça güzel şarkı yok değil bende haksızlık etmeyeyim sana J Ocean II fikride sanırım bu başarız dönemleri kapamak için son şans gibi geldi sana...

FB – ben aslında artık müzik yapmayı bırakmış yeni grupların prodükyon işlerini yapıyordum bir arkadaşım inanılmaz etkili oldu “mutlaka Ocean II yapmalısın” gibi konuştu sonra birkaç kişi daha beni bu konuda motive edince hemen grubu tekrar topladım ve çalışmaya koyulduk.

MG – o sırada çok enteresan birşey yaşandı değil mi?

FB – Evet. Jürgen birden ofisimden içeri girdi. Şok oldum, yıllardır görmüyordum “Ocean II yapiyormussun diye duydum” dedi bende “ evet çalışıyoruz“dedim. Bana “buna hakkın yok Ocean bana ait bir albüm benden izin almadan bunu yapamazsın” gibi şeyler söyledi neyse sonra oturup konuştuk “Ocean albümünde soruları sorduk ama yanıt vermedik şimdi o yanıtları vermenin sırası” dedim ve o aksi hali bir süre sonra gitti sonra kendi de gitti bir daha da görmedim.

MG – çalmak istemedi mi albümde?

FB – istiyordu aslında ama özgüvenini tamamen kaybetmiş gibi geldi bana, hadi gel çal desem büyük ihtimalle hayır derdi bende sormadım Bodo’nun ne kadar iyi davulcu olduğunu görünce J

MG – Jürgen olsa çok daha iyi olurdu inan bana J

FB – Senle anlaşamıyoruz bu konuda J

MG – sonra uzun bir aradan sonra turneye çıktınız nasıl geçti konserler?

FB – uzun bir aradan sonra hepimize çok çok iyi geldi, hem eski hayranlarımız hemde yeni nesil çok ilgi gösterdi, tüm konserler hemen hemen doluydu.

MG – şimdi neler yapıyorsun?

FB – yeni grupların prodüksiyon işlerinin yanısıra Fransa’de bir müzikal için çeşitli dünyaca ünlü müzisyenlerle çalışıyorum, 2 yıla kadar biteceğini tahmin ediyorum ama yavaş ilerliyor. Birde Eloy DVD si ile birlikte yepyeni bir albüm hazırlıyoruz.

MG – süper haber bu J box halinde olacak herhalde

FB – şuanki fikrimiz bu ama gelecek günler neyi gösterir bilemiyorum.

MG – kadro aynı sanırım

FB – aynı, onlarda çok heyecanlılar albüm için. Sabah akşam çalışıyoruz...

MG – ortaya iyi birşeyler çıkacağına eminim J son olarak en beğendiğin Eloy albümünü söylermisin?

FB – seninki hangisi?

MG – kesinlikle Dawn !!

FB – aynen J

MG – bu konuda anlaştığımıza çok sevindim J Frank zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim, konserler başladığında görüşürüz. Kolundan tutup seni Türkiye’ye getireceğim haberimn olsun.

FB – seve seve gelirim, ayrica ben çok teşekkür ederim ilgin için....

22 Aralık 2008 Pazartesi

Thomas Wiehe - Drömskugga (1974)

Pek gün yüzüne çıkmamış müzisyenlerden biridir İsveçli Thomas Wiehe. Açıkça çok fazla da bilgim yok. Tek bildiğim “Hoola Bandoola Band”in vokalisti Mikael Wiehe’nin erkek kardeşi olması. İskandinav müziğinin en ünlü albümlerinden biri olmadığı çok açık. Ama bu kadar da kenarda kalmış olması çok şaşırtıcı. Albümün genelde sakin ilerleyen bir yapısı var. Ancak öyle bir şarkı var ki sırf bu yüzden albüm el altında mutlaka bulunmalı. “Raga Vid Det Relativas Nollpunkt”dan bahsediyorum. Trip başlayıp çift gitar ile kopan ve kopartan bir parça. Bu yazıyı yazarken dahi ses sonuna kadar açık. :) Başta Wiehe olmak üzere tek kelime ile mükemmel iş çıkarmışlar. Tek kusuru kısa olması. 7 değil 27 dakika olsun isterdik. Leve De Vilda Strejkerna’da kısa ama güzel bir soloya sahip. Albümden bağımsız bir fusion çalışması. Kapanış şarkısı olan Döm Själv’da albümün güzel şarkılarından. Şarkılar arasında kopukluklar olsa da o yıllarda yapılmış kaliteli albümlerden biridir bence... Özellikle gitar ve klavye kullanımı gayet başarılı. Ayrıca Wiehe’nin vokalinin bazı şarkılara yakıştığını söylemek lazım. İskandinav kokusu sinmiş gayet başarılı bir çalışma. Hakkını vermek lazım.. THOMAS WIEHE Thomas Wiehe / Vokal, Gitar, Harmonika Olle Sandén / Bas Gitar Håkan Nyberg / Davul Jan Erik "Fjellis" Fjellström / Gitar Roland Gottlow / Piyano, Klavye, Sax, Flüt (Japon Bambu) Stefan Nylander / Çello (Eremitem) DRÖMSKUGGA 1 - Drömskugga (5:10) 2 - Raga Vid Det Relativas Nollpunkt (7:25) 3 - Eremiten (6:25) 4 - Leve De Vilda Strejkerna (3:24) 5 - Huvet Upp - Benen Ner (5:10) 6 - Röster (7:55) 7 - Döm Själv (4:05)

Hardal - Nasıl? Ne Zaman? (1978)

Kvartetten'a katılıyor ve gaza gelip eskilerden güzide bir albümümüzü eklemeye karar veriyorum. Hardal, yetmişlerin ikinci yarısının başlarında toplanan bir gruptur. İlginçtir grup elemanları kendiliğinden değil, önceden tanışıklıkları olan Burhan Ağaoğlu adında bir müziksever tarafından tek tek seçilmiş ve bir araya getirilmiştir. O aralar Sedat Avcı, Aydın Şencan ve Cahit Kukul "Yeraltı Dörtlüsü" adlı gruptadırlar ve teklife oldukça sıcak bakarlar. Daha sonra ise Şükrü Yüksel'e teklif götürülmüştür. O da tereddütsüz kabul edince bir araya gelirler ve provalar başlar. Kısa süre sonra bestelerde klavye çalacak bir elemana ihtiyaç duyarlar. Sonunda Özkan Turgay'ın da kadroya dahil edilmesiyle grup oluşumunu tamamlar ve albüm kayıtlarına başlanır. Albüm Türk Rock'ının önemli eserlerindendir. Enstrüman kullanımı yeterli düzeydedir. Vokaller oldukça hisli ve ön planda olup, grubun yüksek melodik temasıyla harika bir uyum içerisindedir. Parçaların her biri kendi içerisinde ayrı bir güzelliğe ve bütünlüğe sahiptir ki baştan sona insanı sıkmadan diyardan diyara sürükler. Arşivlerde mutlaka bulundurulmalı, özellikle genç arkadaşlara zor kullanarak dinletilmelidir. *Seneler önce Kadıköy'de beni bu albümle (ve akabinde eskiler Türk müziğiyle) tanıştıran Muhsin'e teşekkürlerimle.. Bir de buradan yak abi, LP ile nereye kadar (: HARDAL Şükrü Yüksel / Gitar, Vokal Cahit Kukul / Gitar Özkan Turgay / Klavye Aydın Şencan / Bas Gitar Sedat Avcı / Davul, Vokal NASIL? NE ZAMAN? 1 - Bir Yağmur Masalı (6:10) 2 - Unuttum (3:33) 3 - Sen Gittin Diye (2:58) 4 - Nasıl? Ne Zaman? (5:52) 5 - Zor (3:23) 6 - Ne Kadar Zaman Geçti? (3:26) 7 - Lanet Olsun (4:02) 8 - Başka (2:40) 9 - Gece Vakti (3:46) 10 - Yalnızım (3:33) 11 - Ne Kaldı? (5:53)

20 Aralık 2008 Cumartesi

Great Society - Conspicuous Only In Its Absence (1968) - How It Was (1971)

Şimdi benden bi açıklama, bi tanıtım yazısı bekliyorsunuz biliyorum. Üzgünüm bir şey yazamayacağım. Tek istediğim şey ikinci parça olan ''Didn't Think So''yu dinlemeniz. Alıp götürüyor sizi bu şarkı albümün tamamıyla birlikte.. Ne diyebilirim ki başka... Melankolik ve depresif eğilimlerimin promilime paralel olarak arttığı şu zamanlarda sanırım affedersiniz bu doğaçlama tarzımı... Grace Slick.... Hayatımın kadını!!! Sanırım bir başka hemcinsimi bu kadar sevemem... Bu arada The Great Society, Jefferson Airplane adlı grubun ilk halidir grup daha sonra Jefferson Starship adını alacaktır. Bu arada Grace ablamızın çizdiği resimler de güzeldir; bi White Rabbits resmi çizmiştir ki görülmeye değerdir... Sally Go 'Round Roses ile kıpraşır içinizde bir şeyler… Didn't Think So ile dibe vurursunuz.... Albüm inişleri çıkışları ile sizi duvardan duvara vurur, tabii ki bunda Grace ablamızın sesinin de etkisi büyüktür... Bir diğer dikkat edilmesi gereken husus da White Rabbit parçasıdır... Alışkın olduğumuz White Rabbit’ten biraz farklıdır bu albümdeki... Nature Boy ise bizi anlatır sanki... Sözün kısası herkes kendinden bir şeyler bulacaktır bu albümde... Beğeneceğinizi umuyorum... Bu arada albümde kimler çalmış, şarkılar nasıl olmuş, ne yapılmış bilmiyorum bilgi veremediğim için affınıza sığınıyorum... GREAT SOCIETY David Miner / Gitar, Ritm Gitar Darby Slick / Gitar Grace Slick / Vokal Jerry Slick / Davul Peter Van Der Gelder / Bass CONSPİCUOUS ONLY IN ITS ABSENCE – HOW IT WAS 1 - Sally Go 'Round The Roses (6:32) 2 - Didn't Think So (3:24) 3 - Grimly Forming (3:55) 4 - Somebody to Love (4:24) 5 - Father Bruce (3:31) 6 - Outlaw Blues (2:27) 7 - Often as I May (3:44) 8 - Arbitration (4:00) 9 - White Rabbit (6:10) 10 - That's How It Is (2:31) 11 - Darkly Smiling (3:07) 12 - Nature Boy (3:10) 13 - You Can't Cry (2:58) 14 - Daydream Nightmare (4:35) 15 - Everybody Knows (2:36) 16 - Born to be Burned (3:12) 17 - Father (6:40)

Gate - Live (1977)

Bu sefer Alman müzik devi Brain Records'un iki albümde topladığı "Festival Essen" kaydını eklemeyi düşünüyordum ama Gate'in konser performansını kayıtlardaki birkaç şarkıyla sınırlandırmak istemedim. 1974 yılında Haan, Almanya'da kurulan, pek fazla göze batmadan sessiz sedasız müziklerini yapıp ortadan kaybolan bir gruptur Gate. Türü hard rock ve krautrock arasında gidip gelen İki adet stüdyo ve bir canlı performanstan oluşan bir albüm diskografisine sahiptirler. Müzikal olarak çok yaratıcı oldukları söylenemese de grup üyelerindeki yüksek enstrüman hakimiyetinin getirisi sonucu ortaya çıkan kaliteli parçalar hemen göze çarpar. Parçalar ağırlıklı olarak jam havası içerisinde olmakla birlikte derinlerden Jane ve Gentle Giant tınıları da duyulabilmektedir. Biraz albüm hakkında yorum yapmak gerekirse adamlar kesinlikle kendilerinden bir gömlek üstün çalmışlar. Konseri "Nicht Peter" ile başlayan bol atraksiyon ve jam fırtınası ile akıcı ve coşkulu devam eden bir kırk dakika olarak özetleyebiliriz aslında. Ayrıca bu konserde çalınan parçaların albümlerde bulunmaması da "vay anasını" dedirtecek bir ayrıntı. Albüm, tek başınayken de dinlenilebilirliği olduğu halde; "Birader, şu playliste sansasyonel birşeyler atıver de alsın kulaklarımızın pasını.." tarzı abuk diyaloglara sıkça maruz kalanlara ithafen eklenmiştir... (gönderme de yaparım, evet). GATE Horst Kamp / Vokal Martin Köhmstedt / Gitar Manfred Schröpfer / Gitar, Vokal Angelos Tsangaris / Bas Gitar Manos Tsangaris / Davul LIVE 1 - Nicht Peter (1:47) 2 - Late Night Movies (5:27) 3 - Lieber Wilhelm (5:27) 4 - Step In Love (5:24) 5 - Friedrichstrasse 18 (7:23) 6 - Hans Kurmel Boogie Woogie (6:44) 7 - Die Platzanweiserin (5:44) 8 - Rock On (2:21)

19 Aralık 2008 Cuma

Mustafa Özkent Orkestrası – Gençlik ile Elele (1973)

Başka bir ayıbımız da bizde yapılmış olanlara yeterince yer vermememiz. Bu ayıbı güzel bir albümle örtmeye çalışayım dedim. Mustafa Özkent Orkestrası… Bir Türk’ün yaptığı en “kaliteli” çalışmalardan biridir. Albüm, Türk motifleri ile bezenmiş başarılı bir Fusion (jazz/rock) çalışmasıdır. Gitarist Mustafa Özkent’e Ümit Aksu, Cezmi Başeğmez, Veysel Çadır, Kamil Taşpınarlı, Merih Dumlu, Cahit Oben gibi isimler eşlik etmiş. Kendisi, Barış Manço, Okay Temiz, Moğollar… ile yakın temasta olmuştur. 1976’da Belçika’da Barış Manço ile, İstanbul’da da Okay Temiz ile bir süre çalışmıştır. İlginçtir 1976 Montreal Olimpiyatların’da Aranjör ve Gitarist olarak bir grupta yer almış, Fransa’da bir Tv kanalında program bile yapmıştır. Amerika’da New York Madison Square Garden’da konser bile vermiş. 1973 yılında çıkan bu albüm son senelerde birçok ülkede büyük bir ilgi ile karşılanmış, çeşitli ülke radyolarında haftalarca listelerde kalmıştır. Eh haksız da değiller. 30 küsur sene önce, hem de bu müziğin en önemli yıllarında, böyle bir albümü nasıl gözden kaçırdıklarına inanamıyorlar. Hatta okuduğuma göre albüm açık arttırmalarda fahiş fiyatlara alıcı buluyormuş. Onların bu albüme bakışı ile bizim bakışımız biraz farklı diye düşünüyorum. Bizler, aşina olduğumuz melodilerin rock motifleri çerçevesinde harmanlanmasını keyifle dinliyoruz. Hatta güzel bir gururla…Ancak onların bizden farklı olarak büyük bir şaşkınlıkla dinlediklerini biliyorum. Barış Manço, Erkin Koray, Cem Karaca, Moğollar…vb. gibi ünleri ülkemizi aşmış kişiler veya gruplar dışında, onlar kadar ünlü olmasalar da Ersen, Selda… vb. gibi yerel motiflerin kullanıldığı müziğe büyük bir hayranlıkla bakmaktadırlar. Hele birde bu motifler Fusion, psych… vb. ile yorumlanırsa nasıl şaşırdıklarını tahmin bile edemiyorum.. :)) Albüme gelince söylenecek çok fazla bir şey yok. Türkiye’ye ait ender “kaliteli” isimlerinden biri olan bu renkli üstadın benzersiz işi. Beğenen beğenmeyen herkesin elinin altında olması gereken, “çok farklı” ve güzel bir albüm. Her zamanki gibi keyfini çıkarın…. Not: Tür konusunda Fusion’da ısrarcı değilim folk, funk, psych, crossover her şey mevcut :) GENCLIK ILE ELELE 1 - Ayaş Yolları (3:10) 2 - Burçak Tarlası (2:58) 3 - Çarşamba (2:19) 4 - Dolana (4:38) 5 - Emmioğlu (3:04) 6 - Karadır Kaşların (2:56) 7 - Lorke (2:26) 8 - Silifke (3:39) 9 - Üsküdar'a Giderken (2:03) 10 - Zeytinyağlı (4:11)

Barclay James Harvest - Gone to Earth (1977)

Hmm.. bu blogda sıklıkla kişisel yorumlar yapıyoruz ya arada da şaane hatta akademik sayılabilecek denli kaliteli yorumlar da yapılıyor. Ben o kadar dirayetli olamıyorum bu konuda. Kişisel beğeniler yorumlara etki ediyor ve fark ediliyor bu açıkça benim metinlerde. İşte gene öyle bi albüme geldik; Gone To Earth... Bu Barclay James Harvest'ın en iyi, en muhteşem ya da en şaane albümü değil şüphesiz ama bıraktığı derin izlerle, tabi ki benim açımdan, burada diğer albümlerinden en önce yer almayı hak ediyor. Ha bi ek yapmak da lazım. Her ne kadar hiç dinletememiş olsam da sevgili eşim ki ona IceWitch demeyi tercih ediyorum (kocaman yüreğine karşın uyuzluk konusunda sınır tanımaz) bu albümü çok sevecektir. :) Bi dolu anlamlı anlamsız hayat oyunlarının arasında yanımda olduğu için çok mutluyum. İyi ki varsın.

Symphonic Progressive Rock'tır albümün ve BJH'in geneli, lakin ne hikmetse Crossover Prog olarak geçer. Benim için fark etmez, öyle de böyle de şaaneler. Les Holroyd ve John Lees ön plana çıksa da grubun asıl ağır topu Woolly'dir. Efsanedir bu adamlar da. Albümün açılış parçası Hymn kişisel açıdan yeni bi başlangıcın habercisidir. Hayatımın dönüm noktalarından birinde "vadilerin derin ve dağların çok yüksek" olduğu bi dönemde "orada durup kafamı kaldırdığımda bulutlara değdiğimi" görmüş ve yeni başlangıçların aslında yine ama taptaze olduğunu anlamıştım. Hayat buymuş yani; sürekli yinelenen ama her seferinde taptaze kalan. Gerçi parçanın sözlerine baktığınızda benim kişisel durumumla hiç de alakası olmuyor ama hayat işte..(Freud'a sevgiler...)

Peşi sıra gelen Love is Like a Violin ise bi anda beni durgunluğa atan hani o hayatın anlamını bulduğunu zanneden kazma düşünceden kurtaran ve depresif hale sokan bi parçadır. 3.parçaya ısınamamışımdır hiç. Poor Man's Moody Blues ise... hmm... tanımlayacak kelimeleri bulmak zor aslında.. zavallı adamın hüzünlü blues'u işte...Ve melodisiyle albümün en kendine bağlayıcı parçası; Hard Hearted Woman. Enteresandır, basittir diğer parçalara oranla (ama bkz. Lady in Black, Uriah Heep, 2 akorla çalınır ama sevmeyen yoktur.), kısacık bi aşk öyküsü gibi gelir insana.. yine de bazı anlarda insanın beyninde o parça çalmaya başlar. Ardından gelen parça Sea of Tranquality hem bu parçaya bağlıdır hem de Woolly'nin ne şaane bi klavyeci, bi müzisyen olduğunun göstergesidir. İlk 6 parçadan sonra afallayan kişinin beyni bundan sonraki 3 parça ile toparlanır ve modern dünyaya adapte edilir. Ben bunlara da pek ısınamamışımdır ama yeri geldiğinde kilise çanları misali beynimin içinde dan dan vururlar. Bunca zamandır blog'a BJH'i eklememiş olmamamızın ayıbını kapatır, dünyanın bütün palyaçoları, ağlamadan dinleyin! (Oblomov'a selamlar, Marx'la dalga geçme düttürüsü No: 37852) temenimizle hoşçakalın deriz.

BARCLAY JAMES HARVEST

Les Holroyd / Vokal, Bass, Gitar
John Lees / Vokal, Gitar
Mel Pritchard / Davul, Vurmalılar
Stuart 'Woolly' Wolstenholme / Klavye, Mellotron, Vokal

GONE TO EARTH 

01 - Hymn (5:06)
02 - Love is Like a Violin (4:03)
03 - Friend of Mine (3:30)
04 - Poor Man's Moody Blues (6:55)
05 - Hard Hearted Woman (4:27)
06 - Sea of Tranquility (4:03)
07 - Spirit on The Water (4:49)
08 - Leper's Song (3:34)
09 - Taking Me Higher (3:07)

17 Aralık 2008 Çarşamba

Thunder and Roses - King of the Black Sunrise (1969)

Thunder and Roses Tarifi (3 kişilik): Önce Cream'den Jack Bruce'un bas rifflerini ve vokallerini alın. Daha sonra buna zamanının en sert gruplarından Blue Cheer'in sert davullarını ekleyin. En son olarak da Hendrix'in gitarıyla bütünleştirin her şeyi. Üzerine de biraz asit serpiştirin. Olacak şey “Thunder and Roses” olacaktır. ABD Philadelphia'da kurulan grup, tek albüm yayınlayabilmiş. Zamanının ötesindeki tarzıyla pek dinleyici edinemediyse de grup, psychedelic müziği blues temelinde, yapılabilecek en sert şekliyle yapmış. Albümün giriş şarkısı ''White Lace And Strange''le zaten kulaklar hemen bayram ediyor ve 'ohannes' ya da 'vay' gibi tepkilerle şarkının sonu nasıl gelmiş anlamıyorsunuz bile. Bu şarkı daha çok Cream'in biraz sert ve daha akışkan hali gibi. Daha sonra albümün temposu “I Love A Woman” ile biraz düşüyor. Hemen ardından da southern rock temelli bir şarkı geliyor ''Country Life''. Albümde bir de blues şarkısı ''Red House'' un Experience tarzındaki bir yorumu var. Bu şarkıda gitaristin Hendrix'ten çok etkilendiği hemen fark ediliyor. “Moon Child” ise grubun yine o Cream tarzı 'akışkan' şarkılarından biri. Yer yer incelen vokalleriyle Skip Spence'i anımsatıyor. Ama tabi ki o 60’ların sonundaki öncü hard rock havasından ödün vermeden. “Dear Dream Maker” yine diğer şarkılardan geri kalmayacak kadar iyi. Albümle aynı adlı “King of the Black Sunrise” davulların sakinleştiği, tekrar eden bir bas riffi üzerine elektro gitarın ön plana çıktığı, ara ara psychedelic efektlerle dolu albümün enstrümantal tek şarkısı. Son olarak kapanış şarkısı ''Open Up Your Ears''la grup ilk şarkıdaki o sert psychedelic/blues tarzına geri dönüyor. Albümü dinlerken baştan sona power trio ruhunu en uç noktada yaşıyorsunuz. Hendrix severlerin kesinlikle baştan sona dinlemesi gereken bir albüm. THUNDER AND ROSES Christopher Bond / Gitar, Vokal George Emme / Davul Tom Schaffer / Bass, Vokal KING OF THE BLACK SUNRISE 1 - White Lace and Strange (3:15) 2 - I Loved a Woman (4:37) 3 - Country Life (2:43) 4 - Red House (5:37) 5 - Moon Child (4:10) 6 - Dear Dream Maker (3:28) 7 - King of the Black Sunrise (3:47) 8 - Open Up Your Eyes (7:18)

Kravetz - Kravetz (1972)

Kravetz demiş biri... Ahan da Jean-Jacques Kravetz. Frumpy'nin vazgeçilmezi, Randy Pie'ın has adamı, Eric Burdon's Fire Dept. de bile tıngırdamış yetmemiş Atlantis'i bile kurmuş efsanevi klavyeci kişilik. Jamais'in bayram lafı ve de Yonçin'in şaane gazı ile ahan da bulunmayan bi albüm. (hayret.. ben her yerde var sanıyodum :)) Şimdi yukarıdaki laflardan sonra kalkıp albüm şöyle, böyle demenin bi manası yok herhalde. Dünyanın bütün rockerları... indirin! (Oblomov'a selamlar, Marx'la dalga geçme düttürüsü No: 37851) Albüm 1972 tarihlidir, progressive rock'ın tavanı ile dibi arasında gidip gelmektedir. Her iki yönün de şaane olduğunu düşünürsek albüme kötü bi laf etmemiş oluruz. Unutmadan... Albüm 8 Days in April - The Hamburg Scene olarak da bilinir ve de yayınlanmıştır. Onun da kapağını koyduk işte. Bu kapağın üstünde yazanlara inanamıyor tabi insan. Neyse yahu.. Dinleyin işte... KRAVETZ (8 Days in April) Udo Lindenberg / Vokal, Davul, Vurmalılar Jean-Jacques Kravetz / Org, Piyano, Synthesizer, Vurmalılar Steffi Stephan / Bass Thomas Kretzschmer / Gitar Inga Rumpf / Vokal Roger Hook / 12 Telli Gitar KRAVETZ (The Hamburg Scene) 1 - I'd Like To Be A Child Again (9:35) 2 - Ann Toomuch (7:55) 3 - Routes (7:27) 4 - When The Dream Is Over (3:14) 5 - Master of Time (9:40)