5 Ocak 2009 Pazartesi

Wapassou - Messe en Ré Mineur (1976)

Üç gündür aralıksız yağmur yağıyor. Yağmur hüznü, hüzün de; çivi çiviyi söker hesabı prog-arabesk müzikleri dinlemeye itiyor insanı. Uzun süredir dinlemediğim bir albüm çıkardım dün arşivden, çıkarmaz olaydım iyicene dağıttık bünyeyi anasını satayım. Ee anca beraber kanca beraber, biraz da siz dağılın blog kardeşliği hesabı. :) Aslında var ya hiç bir şey yazmak istemiyorum. Saçmalamak geliyor içimden sürekli. İki tane portakal yedim demin sulu sulu, nefisti. Lahmacun yemeyi düşünüyorum ama çok para anasını satayım, üç tane lahmacun 12 TL, yuh. Neyse.

Wapassou: Fransa'dan bir grup, Messe en Re Mineur ikinci ve en iyi albümleri. 74-79 arası diğer çalışmaları da yabana atmamak lazım ayrıca. Gerçekten tam bir barok tarzları var elemanların. Sıra dışı bir grup ve albüm olduğunu dinlemeye başlar başlamaz fark edeceksiniz. Albümün ilginç bir yönü ise vurmalı enstrümanların olmayışı. Org, gitar, synth. yaylılar vs. o kadar zengin kullanılmış ki, rock'ın olmazsa olmaz aletinin yokluğu hiç fark edilmiyor bile. Öyle insanı yerinden zıplatacak org ve gitar soloları müthiş çıkışlar falan beklemeyin, hiç yok.

Ama ne var, insanın iliklerine işleyen soprano vokaller, klavyenin ve yaylıların iç içe geçtiği muazzam bir atmosfer. İşte bu sanat diyebileceğim bir kaç albümden biridir Messe en Re Mineur. Yükseklerden karanlığın içine düşen bir tüy hissi verir. Çok iyi bir gününüzde dahi olsanız, bunaltır içini daraltır insanın. Rock dedim ama aslında rock kalıplarının da çok dışında bir albüm. Klasik müzik barok tarz, rock, psychedelic ne bileyim, açıklayamıyorum. Albüm hakkında teknik olarak söylenecek daha çok şey var belki ama kıt kanaat İngilizce’yle ancak bu kadar olabiliyor.Belki de bu “blogger” olma işi aşıyor beni. Ne bileyim.

Rahatsız olmak, bunalım takılmak için biçilmiş kaftan Wapassou. Tavsiye ederim. Ha unutmadan: albümün aslı 39:57 dakikalık tek mp3. Buradan çekeceğiniz ise iki parti halinde, bölünmüş yani. Kafanız karışmasın diye not olarak ekleyeyim dedim.

WAPASSOU

Freddy Brua / Klavye
Karin Nickerl / Gitar
Jacques Lichti / Keman
Eurydice / Vokal

MESSE EN RE MINEUR

01 - La Messe en Re (39:57)

2 Ocak 2009 Cuma

Le Groupe X - Frrrrrigidaire (1973)

Geçen klavye muhabbetine istinaden… :)

70’lerin İtalyan rock müziği çoğunlukla senfonik öğeler taşır. PFM, Banco del Mutuo, Biglietto Per’l Inferno, Quella Vecchia Locanda, Osanna vb. gibi grupların başını çektiği bu stil, zamanında pek olmasa da günümüzde en baba tarzlardan biri olarak kabul edilir. Öyle ki “İtalyan Senfoniği” adı altında kocaman bir başlığa sahip olmuştur.

Tabi tüm İtalyanların da aynı tarzda müzik yaptıklarını söylemek pek doğru olmaz. Mesela Area… Fusion’ın doruk noktalarında gezer. Tarzı neye yakın olursa olsun İtalyanların yeteneği ve kalitesi tartışılmaz. Le Groupe X aslında tek bir kişiden oluşmakta. Albüm, birçok İtalyan grupta ses mühendisi olarak çalışan Gianluigi Pezzera adlı adamın projesiymiş.

Albüm baştan sona klavye temelinde gidiyor. Tabi bu klavye Hammond B3 değil. Böyle Vincent Crane veya Jon Lord vari bir “canavar” beklemeyin. :) Son şarkı Transfert 2002 single olarak çıkmış. Klavye ve Bas Gitar’ı Remigio Ducross adlı bir adam çalmış.

Müziğe gelince; ilk dikkat çeken albümün klavye üzerine inşa edildiği… Bazen pazardan alınan org melodisi tadında olsa da zaman zaman güzel melodiler geçmiyor değil. Sifon sesi ile başlayan bu enstrümantal albümde son 3 şarkı dikkat çekmekte. Albümün ismini taşıyan “Frrrrrigidaire” kısa ama güzel melodisi olan bir şarkı. 13 dakikalık “Multi Facet” tartışmasız en cesur çalışma. Bazen sıksa da kendi içerisinde çok defa farklılık gösteren, yarattığı trip havası ile space rock’a bile teğet geçen bir şarkı. Son şarkı albümün en farklı şarkısı. Kısa olmasına rağmen benim en beğendiğim şarkı diyebilirim. Fusion’dan az biraz ilham almış şarkıda, derinden gelen üflemeliler dikkat çekiyor.

Albüm ile ilgili detaylı bilgi bulamadım. Pek bilende yoktur herhalde. Gereği de yok zaten, dinleyin kendiniz karar verin…

LE GROUPE X

Gianluigi Pezzera - Klavyeler

FRRRRRIGIDAIRE

1 - To Reject (3:41)
2 - Under a Bridge in Indian File (3:29)
3 - Crawling (2:49)
4 - Equator (2:53)
5 - Frrrrrigidaire (3:21)
6 - Multi Facet (13:08)
7 - Transfert 2002 (3:41)

1 Ocak 2009 Perşembe

Agamemnon - Agamemnon Part 1 & 2 (1981)

Agamemnon, senfonik prog - space müzik yapan İsviçreli bir grup. Artık kanıksadığımız üzere tek ve yegane albümleri Agamemnon'u 1981 yılında yayınlamalarından sonra, bir çok kraut müzik yapan grupların başına gelen onların da başına gelmiş ve uzaylılar tarafından kaçırılmışlar.(Tek albümlük bu gibi yüzlerce grup, tam bir tez konusudur aslında. Müthiş işler çıkarırlar ve birden ortadan kayboluverirler. Olayı çözebilen varsa beri gelsin lütfen) Grup dört kişiden, albüm de Youth - King of Mykene - At Troja ve Death olmak üzere dört bölümden oluşmakta.

Kvartetten'ın dediği gibi 80'lerde icra edilmesine rağmen, buram buram 70'ler kokan bir albüm Agamemnon. Enstrümanların yaklaşık kırk dakikalık soluksuz bir dansı sanki. Homeros'un İlyada'sında anlatılan Agamemnon hikayesini resmen yaşatıyor elemanlar bize.

Enstrüman hakimiyetleri, geçişler o kadar iyi kotarılmış ki albümde, vokalist Erich Kuster'ın nefis, etkileyici vokaliyle harmanlanınca Agamemnon, kulaklara şenlik ettirecek harika bir sanat eserine dönüşmüş.

Albüm, inişleriyle çıkışlarıyla, atmosferiyle öyle bir sarar ki insanı, nasıl başlayıp nasıl bitiverdiğini anlayamadan tekrar baştan dinlemek istersiniz. Ah ahh nasıl bir klavye solosudur o birinci bölümde atılan öyle. İnanın yoğunlaşıp dinlerseniz o soloyu bin parçaya bölünüp partiküllere ayrılmamanız içten bile değil. Gözleriniz dalıp gider albüm boyunca… Duyma ve algılama yeteneklerini verdiği için önce Allah’a, sonra da bu albümü bizlere sunan Agamemnon elemanlarına şükredersiniz.

Bu kadar övgüden sonra gelelim Agamemnon'a. Aslında Google'dan bakabilirsiniz Agamemnon'un hikayesine de Gentleoctopus camiası (ben dahil) biraz tembel :) olduğundan kısaca yazı vereyim de tam olsun.

Agamemnon, Yunan efsanesinde ve İlyada'da Yunanista'nın en güçlü krallarından biri olarak anlatılır. Agamennon ve kardeşi Menelaos, Sparta kralının kızları Klytaimestra ve güzeller güzeli Helen ile evliymişler. Truva kralının oğlu bir gün bir salaklık yapıp Helen’i kaçırmış, Agamemnon da öç almak için bütün prensliklere haber salarak Truva’ya savaş açmış. Bütün yetki kendisine verilmiş, gemiler denize açılmaya hazırlanırken bir gün ava çıkan Agamemnon, avcılık tanrıçası Artemis'e adanmış bir geyiği öldürünce, çok kızan Artemis deniz rüzgarlarını kesivermiş. Haliyle Agamemnon denize açılamamış. Sonrasında Agamemnon, Artemis’e iyi dileklerini sunmak için kızı Iphigenia’yı kurban vermeye karar vermiş. Fakat Artemis, Agamemnon'un içtenliğini görünce, Iphigenia yerine bir hayvan bırakarak kurban ettirmemiş ama alıp beraberinde götürmüş.

Neyse fazla uzatmayalım. Agamemnon on yıl kenti kuşattıktan sonra büyük kahramanlıkların ardından Truva’yı almış ve Yunanistan’a doğru yelken açmış. Ama karısı Klytaimestra, Iphigenia'nın kaybından ötürü Agamemnon'a çok kızgınmış. Klytaimestra, sevgilisi Aigisthos'la birlikte Agamemnon'u öldürmek için korkunç planlar yapıyormuş. Sonrasında iki sevgili Agamemnon'u öldürmeyi başarmışlar. Agamemnon'un oğlu Orestes de babasının öldürülmesini hazmedemeyip annesini ve sevgilisini öldürmüş. Hikaye kısaca böyle bir şey de, yazıyı yazarken unutup sobayı da söndürdük iyi mi? :) Neyse keyifle dinleyin…

AGAMEMNON

Urs Ritter / Davul
Erich Kuster / Vokal, Gitar, Org
Walter Rothmund / Bass, Klavye
Werner Kuster / Piyano, Klavye, Gitar, Flüt

AGAMEMNON - PART I & II

01 - Agamemnon Youth
02 - Agamemnon, King of Mykene
03 - Agamemnon at Troja
04 - Agamemnon Death

27 Aralık 2008 Cumartesi

Deep Purple - Scandinavian Nights (1970)

Dude bu albüm senin için… Sadece müzik değil, hangi alanda olursa olsun hep “en iyi” aranır. Hatta tartışılır. Aynı sektörde olan veya aynı işi yapan dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bir güruhtan bahsedildiğinde bu tip bir sonuca varmak neredeyse imkansızdır. Konumuz olan müziğe gelince; bir çok insanın “en iyisi bu” “hayır bu” gibi anlamsız ve gereksiz tartışmalarına mutlaka şahit olmuşuzdur. Yapılan müziği, sergilenen performansı tatmak yerine böyle bir iddiaya veya tartışmaya girmenin son derece gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ancak bazı müzisyenlerin veya grupların diğerlerinden ayrıldığı bir gerçek. Bunun popülerlikle doğru orantılı olmadığını bu siteye giren herkesin farkında olduğunu biliyorum. Ama Deep Purple popülerlik ile kaliteli müziği beraber götürebilmiş gruplardan bir tanesidir. “Kaliteli Müzik” kavramı birçok kişi için değişir. Peki kriterler nedir? Grubun doğaçlama yeteneği mi? Vokal gücü mü? Solo yeteneği mi? Konser becerileri mi? Albüm kayıtları mı? Yoksa sadece kulağa hoş gelmesi mi? Kıstas ne olursa olsun Deep Purple, bu duygularınızı yeteri kadar hatta çoğu zaman fazlası ile tatmin edecektir. Bilindiği gibi Deep Purple’daki kadro oluşumları “Mark” olarak adlandırılır. Bu albüm “Mark II” kadrosu, yani kabul edilen en iyi kadrosu (Blackmore,Lord,Paice,Glover,Gillan) ile yapılmıştır. Konser 1970’te Stockholm/İsveç’te verilmiş ve bir radyo tarafından kaydedilmiştir. Lise çağlarındayken aynı albümü “Live and Rare” adı altında dinlemiştim. Sonradan öğrendim ki albüm bu isim altında 80’lerin sonlarında yayınlanmış, sonra kayıtlar tekrar düzenlenerek “Scandinavian Nights” olarak piyasaya sürülmüş. Hatta aynı albümün bazı yerlerde “Paint it Black Live” olarak geçtiğine de şahit oldum. Neyse kafanız karışmasın, albümün ismi artık bu :)) Deep Purple’ı anlatmanın bir anlamı yok. Bu albümü ilk dinlediğimde 16-17 yaşlarındaydım. Hayatımda kaç grup dinledim, kaç albüm biliyorum bilmiyorum ama, Deep Purple’ın yapabildiklerini yapabilene rastlamadım. Bu albüm belki de ne anlatmak istediğime en iyi örnek olacak. Hiç düşündünüz mü, tüm meşhur olmuş şarkıların sıkça cover edildiğini ama Child in Time’ın neredeyse hiç cover edilmediğini? Artık ayağa düşmüş olan Senfoni Orkestrası ile konser veren grupların öncüsü kim bilir misiniz? 1969 yılında “İngiliz Kraliyet Flarmoni Orkestrası” ile konser veren Deep Purple… Hem de kendi şarkıları ile değil, Jon Lord’un yapmış olduğu klasik müzik formatındaki besteleri ile. Obua’da tutun Davula, Flütten, gitara, trompetten çelloya kadar tüm enstrümanların notalarına kadar. (Bi ara bunu da eklemeliyim:)) Şahsımca Deep Purple’ın bu ve bunun gibi konserleri başka kimseler tarafından yapılamayacak. Belki de hiçbir grubun canlı performansı, Deep Purple’da olduğu gibi albüm performansının bariz bir biçimde önüne geçemeyecek. Patlamaya hazır bir bomba gibi sabaha kadar saatlerce çalabilme ve sürekli yeni fikirler geliştirebilme yeteneği başka kimsede olamayacak. Başka hiçbir grupta böyle bir beşli olamayacak. Kim bilir belki de “en iyi” onlardır. :)))))))) DEEP PURPLE Rithcie Blackmore / Gitar Jon Lord / Klavye Ian Paice / Davul Roger Glover /Bas Gitar Ian Gillan /Vokal SCANDINAVIAN NIGHTS CD-1 1 - Wring That Neck (32:06) 2 - Speed King ( 10:20) 3 - Into the Fire (4:00) 4 - Paint It, Black (9:08) CD-2 1 - Mandrake Root (28:42) 2 - Child in Time (20:29) 3 - Black Night (6:54)

Ejwuusl Wessahqqan - Ejwuusl Wessahqqan (1975)

İşte size bir krautrock albümü hem de Garden of Delights cinsinden. Camiamızda Garden of Delights denince akan sular durur biliyorsunuz. Bu albüm de bunu fazlasıyla hak ediyor bence. Anlaşılacağı gibi pek gün yüzüne çıkmamış bi albüm Ejwuusl Wessahqqan. Grubun ismiye aynı adı taşıyor, 1975 yılında 300 kopya olarak basılmış sonra da yitip gitmiş. Nasıl tutmadı hayret verici doğrusu. Zaten zamanının ötesinde müzik yapmış adamla anlaşılamaması normal belki de. Grup, Munich de üç kişi olarak kuruluyor parçaların biri hariç tamamı enstrümantal. Özellikle doğaçlama ve klavye sevenlerin arşivinde bulunması gereken bir albüm Ejwuusl Wessahqqan. Grup, 70’lerin sonlarında tekrar bir araya gelerek çalışmalar başlatmışlar fakat gurubun davulcusu Jurgen Wollenberg’in intiharıyla grup tekrar dağılmış, Koala Bar adında bir albüm oluşturabilmişler ancak. Ejwuusl Wessahqqan - 1975 lezzetinden çok uzakta olduğu söylenmektedir. Şahsen ben Koala Bar'a ulaşamadım. Ejwuusl Wessahqqan ilk dinlediğimde giriş parçası "Die Geborstenen" beni öyle bir vurmuştu ki iki gün kendime gelememiştim. Amon Düül 2’le benzerliği söylense de ben katılmıyorum. Ejwuusl Wessahqqan benzerine henüz pek rastlamadım. Ejwuusl Wessahqqan başlı başına bir efsane bence. Biraz trikolon olabilir belki. Passaceety ve Thuloneas Körper adlı parçaları benim diyen adamı yerden yere vuracak kadar hüzünlü, kafa iyiyken kesinlikle dinlemeyi önermiyorum. Hobbl-di-wobbl ve Afn’de ise doğaçlama yeteneklerini sergiliyor sanki elemanlar. Benim favori parçam hepsi, şu diyemem. Ejwuusl Wessahqqan ya bir numaralı albümünüz olacak yada kaldıramayıp çöp tenekesine atacaksınız. Böyle. Ejwuusl Wessahqqan Michael Winzker / Klavye, Org Jürgen Wollenburg / Bateri Rene Filou / Bass Ejwuusl Wessahqqan 1 - Die Geborstenen Kuppeln von Yethylr (10:37) 2 - Die Oragefarbene Wuste Sudwestlich (10:43) 3 - Thuloneas Korper (2:59) 4 - Hobbl-di-Wobbl (16:34) 5 - Passaceety (5:53) 6 - Afn (11:13) 7 - The Crystal (4:19) 8 - La Mer (5:30)

26 Aralık 2008 Cuma

Frank Bornemann (Eloy) ile Söyleşi...

Aha bu da cümle aleme yılbaşı hediyemizdir. Aşağıdaki röportaj blog sakinlerimizden Eloi lakaplı Mert Göçay'a aittir. Kendisi üşenmemiş, Almanya'ya gitmiş ve Eloy'dan Frank Bornemann'ı bularak hem onu hem de bizi şaşırtarak şaane bi röportaja imza atmıştır. Devamının geleceğini umuyoruz... 

Gökyüzündeki Kale

MG - merhaba Frank, öncelikle benimle görüşmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim.

FB - asıl ben çok teşekkür ederim, büyük bir zevk olacak seninle müzik hakkında konuşmak. Bizim grubun gizli elemanlarından birisin aslında, yaptığın web site bizimkinden daha iyiydi, Robin’e (Eloy fan club başkanı) de defalarca söyledim hatta bilmiyorum dikkat ettin mi senin adını “credits” bölümünün içine yazmıştık. Ayrıca bu kadar yolu geldiğin için ayrıca ben teşekkür ederim.

MG – Eloy için az bile....Elbette biliyorum, yıllarca gururla arkadaşlarıma gösterdim ismimi J

MG – istersen sohbetimize Almanya’da ki progressive rock gelişim dönemleri ile başlayalım.

FB – nasıl istersen...

MG – Progressive rock denildiği zaman nedense Alman gruplarını her zaman ayrı bir yere koymuşumdur. 60’lı yılların sonlarına doğru gelişen progressive rock akımı Almanya’ya da ki etkilerinin ilk görüldüğü dönem; muhalefet ve anarşinin kol gezdiği 1968 de Essen’de yapılan 

German rock festival sanırım yanılıyormuyum?

FB – Genelde Alman progressive rock müziği için bu söylenir ancak festivalden önce şimdiki deyimle underground mekanlarda sahne alan gruplar vardı ve benim yaş grubumdaki insanlar bu adamları dinlemek ve çalmak için bir araya gelirdik.

MG – ne çalıyorlardı? Kendi bestelerini mi yoksa cover mı?

FB – Aslında cover şarkıları daha çok çalıyorlardı ama kendilerinden geçip doğaçlama takılıyorlardı.

MG – krautrock kavramının ilk çıktığı dönemlerde bu dönemler sanırım.

FB – aynen öyle

MG – sen hatırlıyormusun orada dinlediğin grupları?

FB – tabii ki...çoğu benim arkadaşımdı zaten

MG – kimler mesela?

FB - Hannover’e gelenlerden faust, birth control, can, guru guru, frumpy ve daha birçokları

MG – aklına gelirmiydi birkaç sene sonra bu gruplarla aynı festivalde çalacağın?

FB – o sıralar bankada çalışıyordum, aklımın ucundan geçmezdi.

MG – peki gelelim Eloy’un kurulma hikayesine, diğer Alman gruplarına takılırsak sohbet uzar gider

FB – İlk albümümüzde davulu çalan Helmut Drath, Lethre’de bir gece klübünde rock müzik yarışmasında jüri üyeliği yapıyordu, bende arkadaşlarımla Cream coverları çalarak  yarıştık ve şanslıydık birinci olduk.

MG – o gün yarışmaya katılan ve sonradan albüm yapan tanıdıklarımız var mı?

FB – hannover gördüğün gibi küçük bir yer herkes birbirini tanır grup elemanları arasında da bol bol değiş tokuş olmuştur. Evet tanıyordum çoğunu J

MG – en çok senin başına geldi herhalde bu eleman değiştirme işi J, neyse bunu sonra konuşuruz...biz Eloy’a geri dönelim

FB – birinci olduğumuzu öğrenince çok sevindik ve içmeye başladık o sırada Helmut ile konuşmaya başladım ve ona artık cover çalmak istemediğimden söz ettim. O da oldukça istekliydi ve hemen fikirler havada uçmaya başladı. O sıra birlikte çaldığım bas gitarcı Wolfgang Stöcker'e fikrimi söyleyince hemen kabul etti. Grubun içinde çift gitar olmasını istedik çünkü tarz olarak biraz daha klasik rock gibi düşünüyorduk, keyboard çalacak birini aramaya fırsat kalmadan Erich Shriever’i aramıza aldık hem harika bir sesi vardı hemde bize yetecek kadar keyboard çalabiliyordu.

MG – söyleceğim şeye lütfen alınma ama cidden çok enteresan ve güzel bir sesi olduğunu düşünüyorum Erich’in, keza grubun içinde kalsaydı bu defa senin Alman aksanlı 

sesinden mahrum kalacaktık :)

FB – hahaha...Annesi opera sanatçısıydı, kendi de eğitimini almıştı bu işin, gerçekten harika bir sesi vardı. hiçbir zaman iyi bir vokalist olduğumu düşünmedim zaten, nasıl vokalist olduğumu da anlatırım birazdan.

MG – peki kadro oluştuktan sonra şarkılar nasıl şekillendi?

FB – Erich şarkıların çoğunu yazdı, Manfred ve ben de yardım ettik takıldığı noktalarda.

MG – Erich’in sizlerden farkı biraz daha protest bir duruşu olmasıydı sanırım. şarkı sözlerinde etkisi çok fazla görülüyor hatta, bu sizi rahatsız etmedi mi?

FB – gereğinden fazlaydı bence...

MG – Albümün yapısına gelince öncelikle kendi fikrimi söylemek isterim, ben yoğun bir şekilde Deep Purple,Uriah Heep hatta Cream etkileri görünüyor albümde ancak ileride Eloy’u Eloy yapacak kıvılcımlarda yok değil...hatta “Inside” albümünün açılış şarkısı olan “Land Of Nobody” (ki bence müthiş bir şarkı) bu albümde yer alan “Eloy” parçasını kendine referans alıyor.

FB – evet orada bir gönderme yaptık, ama baktığın zaman bambaşka bir sound’du ilk albüm.

MG – aslında sonradan konuşacağımız bir konu bu, çünkü malesef sound’u çok sık değişen bir gruptu eloy, dönemlere ayırmak çok kolay bu açıdan bakılırsa. Simdi tekrar albüme dönelim; “Isle of Sun”, “Someting Yellow” ve “Song Of A Paranoid Soldier” dinleyiciler tarafından öne çıkarılan şarkılar.

FB – güzel şarkılardı ancak konserlerde seyirciyi havaya sokacak bir atmosfer kesinlikle yaratmıyordu ve cover şarkı çalmak zorunda kalıyorduk.

MG – bana göre en kötü albümünüz değil ama birine “al Eloy dinle” diye vereceğim bir albümde değil.

FB – haklısın o yüzden üzerinde fazla konuşmayalım derim, sen ne dersin?

MG – patron sensin J

MG – asıl Eloy efsanesine doğru kayalım öyleyse...ilk albümün başarısızlığı ile birlikte Erich ve Helmut gruptan ayrildi, sebep olarak ne dediler ayrılma konusunda?

FB – İkisi de müzik yapmak istemiyordu, çok tartişma filan olmadı sende biliyorsun Erich daha sonra yapacağımız albümlerde söz kısımlarında bize çok yardımı oldu.

MG – Fritz Randow’u nerden buldunuz?

FB – bizim çaldığımız mekanlarda o da cover çalan bir grupta davul çalıyordu, Helmut’un da arkadaşıydı o da önerince kaçırmayalım dedik. Çocukluğundan beri davul çalıyordu ve gerçekten harika bir bateristti.

MG – bence sen davulcu konusunda çok şanslıydın muhteşem davulcularla çalışma fırsatın oldu.

FB – çok haklısın kesinlikle

MG – birde Manfred Wieczorke’un elinden gitarı alıp keyboardun başına oturttunuz J

FB – çok istekliydi, zaten bize o an için uyum sağlayacak kimseyi bulamamıştık, çok da iyi işler çıkardı bence.

MG – yepyeni bir kariyer planı yapmış oldunuz onun için, asıl enstrümanı gitar olduğu için keyboard performansı mükemmel değil ama sizin ihtiyacınız kadarını çalabilmiş zaten fazlasıda soundu bozardı diye düşünüyorum.

FB – hammond soundunda gitar solo atar gibi çaldığı yerler vardı, beni de böylece bu yükten kurtarmış oldu, ekstra keyboard süslemeleri çok rahatsız edici olabilirdi.

MG – sizin vokale geçmeniz nasıl oldu?

FB – ben kesinlikle istemiyordum, daha önce cover şarkılar söylüyordum, The Beatles, Rolling Stones, Cream... ama studyo kayıdına girecek kadar bir sesim olmadığını biliyordum. Ancak menejerimiz çok baskı yaptı, şarkıları yaptıktan sonra vokal kısmı için beni kayıt odasına soktu ama ilk denemeler çok kötüydü.sonra bana iki tane Jethro Tull albümü verdi bunları iyi dinle aynı Ian Anderson gibi söyleyeme çalış dedi. Eve gidip günlerce çalıştım sonra studyoya gittiğimde diğer grup elemanlarının odaya girmesine müsade etmedim çünkü beni sürekli güldürüyorlardı. İşte sonunda bu kayıtlar çıktı ortaya.

MG – Çok enteresan ve güzel birşey olmuş, gırtlaktan titreyerek gelen alman aksanlı ingilizce J

FB – beni bir vokalist olarak değerlendirme lütfen J

MG – hiçbir zaman bunu yapmadım, yapmam J

MG – albüm bence Eloy’un ilk albümü şeklinde değerlendirilmeli, albümdeki tüm parçalar gerçek bir progressive rock şarkısında olması gereken tüm unsurlara sahip. En favori şarkın hangisi bu albümde?

FB – “Land Of Nobody” kesinlikle

MG – gerçekten harika bir şarkı, Manfred’in keyboard performansı cidden inanılmaz, bu arada “Up And Down”u neden o söyledi?

FB – kendi bestelemişti, bende cidden albümde vokal yapmak istemiyordum o sırada bu şarkıyı ben söyleyeyim dedi bende severek kabul ettim.

MG – bu arada benim ilk dinlediğim Eloy parçasıdır “up and down”...bir arkadaşım kaset vermişti bana al dinle alman bir grup diye, bende bir ara dinlerim diye almıştım. Sonra kaseti dinlemeyek için play tuşuna bastığımda tam şarkının başındaydı, bu da ne böyle deyip defalarca dinlemiştim. Davullar çok dikkatimi çekmişti bu albümde, aslında bir sonraki Eloy albümünde göreceğimiz aksak ritmler “Land Of Nobody” dışında pek kullanılmamış ama çalma tekniği açısından Fritz’in ne kadar yetenekli olduğu net bir şekilde görülüyor.

FB – onu çalarken görmen lazımdı, saatlerce hiç ara vermeden yüksek tempoda ve aksak çalabilirdi.

MG – tahmin edebiliyorum, görmeyi çok isterdim doğrusu. Peki konserler nasıl geçti?

FB – tabii bu albümle birlikte en azından Hannover’de duyulmaya başlandık ve çok uzak olmayan yerlere diğer gruplarla birlikte turlara katılmaya başladık.

MG – sahneye son çıkan asıl grup değildiniz herhalde?

FB – malesef değildik, birth control, can, guru guru, frumpy meydanı süpürüyordu, biz arada kaynıyorduk.

MG – konserler devam ederken, Erich’in de katkılarıyla bir sonraki albüm için aynı kadro ile çalışmaya başladınız değil mi?

FB – Aslında ilk albümü hazırlarken bazı parçalar şekillenmeye başlamıştı bile, bu bağlamda kadroyuda hemen hemen aynı tutmamız işimizi çok kolaylaştırdı.

MG – Bu albümün kayıtlarından önce Hannover’in dışında bir evde kapanıp çalıştığınız doğru mu? Hatta “Madhouse” isimli parçayıda bunun üzerine yazmışsınız.

FB – Süper bir dönemdi, sürekli kafalarımız güzeldi, canımız istediğinde elimize gitarı alıp çalıyorduk. Evet, o şarkıyı bu deneyim üzerine yazmıştık.

MG – bu albümün Inside’dan en önemli farkı, hammond organa ek olarak Manfred’in synthesizer ve moog kullanması sanırım. Özellikle “Plastic Girl” en güzel örnek buna

FB – elimize biraz para geçinde Manfred’in baskısıyla aletleri satın aldık, fena da olmadı.

MG – bence süper olmuş, Manfred’de çok mutlu olmuştur eminim, zaten sizinle ihtisasını tamamlayıp Jane’e hazır bir halde gitti J

FB – hahahaha evet Peter (panka) çok memnun olmuştu J

MG – tekrar albüme dönecek olursak, “Castle In The Air” bariz bir şekilde ön plana çıkıyor, Fritz gerçekten ne kadar inanılmaz bir davulcu olduğunu gözler önüne seriyor. Birde şarkının can alıcı noktalarından olan gitar solo kısmına vokal ile eşlik edilmesi cidden çok enteresan olmuş, kimin fikriydi bu?

FB – benim tabii ki. Ben madhouse’da ki çalışmalar sırasında bas gitar riffini çıkartmıştım zaten, diğer grup elemanlarıyla şarkıyı paylaşmadan önce aklımda öyle birşey yoktu. Birkaç çalmadan sonra bir eksiklik olduğunu düşündüm ve solo kısmına vokali ekledim o sırada Fritz’de davul solo ekledi.sonucunda gerçekten çok heyecan verici bir şarkı çıktı ortaya.

MG – Eloy’un sounduna çok aşina olmayan insanların hoşlandığı bir şarkı, kesinlikle Eloy’un en iyi şarkılarından biri diye düşünüyorum.

FB – “The Light From Deep Darkness” ve “Plastic Girl” hakkında ne düşünüyorsun?

MG – “The Light From Deep Darkness” tipik bir hard rock temalarıyla dolu bir şarkı, Manfred’in keyboard partisyonları olması gerektiğinden fazla uzun gibi geliyor nedense ama çok rahatsız edici değil kesinlikle. “Plastic Girl” ise tam bir klasik, ortasındaki keyboard ve gitar solo cidden çok güzel. cep telefonumun melodisi bu arada J

FB – Arap riffleri kullandik dikkat ettiysen.

MG – tamamında değil ama sadece ortasında kullanmışsınız J

MG – bu dönem aslında çok enteresan bir dönem çünkü aynı zamanda Scorpions’da ikinci albüm çalışmalarına sizin prodüktörlüğünüzle birlikte başladı. Nereden çıktı bu iş?

FB – Rudolf Schenker benim çocukluk arkadaşımdır, beraber gitar çalmayı öğrendik. Beni sürekli arardı “hadi akşam şurada sahneye çıkıyoruz” diyerek, benim underground dünyasına girişimi sağladı aslında. İlk albümleri çok kötü değildi ama kardeşi Michael UFO’ya dahil olup davulcularıda ayrılınca ne yapacaklarını bilemediler. Uli Roth’un bir grubu vardı o dönemler.

MG – Dawn Road J

FB – evet J UFO ile çıktıkları turne sonrasında Uli Roth gitar konusunda yardımcı oldu daha sonra ben ona neden Scporpions’s katılmasını teklif ettim, kendi grubu olduğunu söylediğinde onlarıda getir dedim J

MG – ve “Fly To Rainbow” kayıtlarına başladınız.

FB – Mükemmel bir çalışma olmuştu, hepsi çok yetenekli müzisyenlerdi kayıtlarda çok kısa sürede bitmişti.

MG – Jürgen Rosenthal’ın performansı sizi büyülemiştir sanırım

FB – ahtopot gibi çalıyordu, öyle ritmler yapıyordu ki üzerine harika bir şarkı yazmamak yazık olurdu. Ancak takıntılı bir şekilde Bill Bruford hayranıydı, boş olduğu zamanlarda onun gibi çalmaya çalışıp sonrada bize “bakın aynısını çalıyorum” diyordu. Şarkıların kayıtları sırasında gereğinden fazla atak yapıp şarkıların yapısını bozuyordu, öyle vurma böyle vur diye diye aramızda ufak gerginlikler oldu ve baktım olmuyor onu evine yolladım. Sonra mikserin başına oturup başka şarkılarda kullandığımız bazı davulları eksik olan yerlere yerleştirdim. Onun bundan haberi yoktu tabii J

MG – yanlız “They need a Million” daki davullar gerçekten akıllara durgunluk verecek cinsten, albüm olarakta çok severim baştan aşağıya güzel şarkılar emeğiniz olduğu belli J

MG – Beraber turneye çıktınız mı hiç?

FB – çok azdır  konserlerin sayısı, çünkü onlar biraz daha hard rock çalıyorlardı bizim tarzımız biraz daha değişikti.

MG – sizin bir sonraki albüm çalışmalarınız aynı studyoda mı oldu, birde gruba ikinci gitaristi eklemenizin sebebi Scorpions’tan etkilenmiş olmanız mı?

FB – Rudolf çok ısrar edip sonunda ikna etti beni, aslında ben daha az kadro ile çalışmayı seven biriyim...benim kafamda hep konsept albüm hazırlamak vardı ama bir türlü o havayı yakalayamamıştık ama bu defa albümün hazırlarına başlamadan önce fikrimden söz ettim grup elemanları çok istemeyerek kabul ettiler. Onlar biraz daha sert tonlar istiyorlardı o dönemki gerizekalı menejerimizde onlara gaz veriyordu sürekli Frank’ten kurtulun sizi star yaparım diye, albüm kayıtları bittiğinde çekişmeler fazlasıyla arttı müzik konusunda ben menejeri kovmak istedim ve kovdum ama grup elemanlarıda buna tepki gösterip hepsi birden ayrılıp beni yanlız bıraktılar !!!

MG – tam da grup sizin istediğiniz yöne doğru yönelmeye başlamışken olması kötü olmuş.

FB – Tam yükselişe geçmiştik, aranılan bir gruptuk, elimize para geçmeye başlamıştı ama o dönemde ben bir hata yaptım, Amerikalı bir şirket avrupada potansiyeli olan grupları arıyordu gelip bizi buldular, bizi oraya götürüp tanıtacaklarını dünyanın heryerine turnelere götüreceklerini söyledi ben ve grup elemanları bunu red ettik. Sonra onları arayıp size başka bir grup önereyim diyerek Scorpions’u önerdim, onlar sözleşmeyi imzaladılar bizim yerimize.

MG – onları siz meşhur ettiniz öyleyse J

FB – Aynen, bana çok şey borçlular J

MG – Bu  hikayeyi aslında 2 cd ile anlatacaktınız ama grup dağıldığı için bu projede ortada kaldı.

FB – evet hikayeyi bitiremedik ama kalan halide fena değildi galiba, sonra bu düşüncemi “Planets” ve “Time To Turn” albümlerinde gerçekleştirebildim.

MG – Manfred’in gitarı bırakışı ve keyboard’un başına oturması arasında geçen sürenin bu kadar kısa süre olmasına rağmen bence tüm kariyerindeki en başarılı performanslarından birini yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim. Şarkılar bir hikayenin parçası olduğundan alıştığımız uzunlukta değil, iki şarkı hariç ki onlarda en iyi şarkılar. Bu arada bas gitar çalan Luitjen Jansen’de son iki albüme damgasını vurmuş diyebiliriz sanırım. Neyse tek başına kaldığınızda neler yaşadınız?

FB – hayatımdaki herşey bir anda alt üst oldu, grup tam istediğim başarıya ulaşmıştı ama menejer yüzünden yarı yolda bırakıp gittiler, aynı dönemde eşim çok ciddi bir rahatsızlığa yakalandı ve berbat bir döneme girdim. Müzikle hiç ilgilenmek istemiyordum aslında ama çevremden devam et baskıları artınca sağa sola haber saldım. Scorpions’da süper işler yapan Jürgen orduya katılmak için gruptan ayrılmıştı, döndüğünde yapacak bir işi yoktu tam o dönemde bana uğradı napıyorsun diye. Bende neden benimle çalışmıyorsun dedim, onun konsept albüm fikri olduğunu geçmişten biliyordum, zor ve değişik biri olduğunu bile bile onu yanımda istedim çünkü şarkı yazacak vaktim yoktu. birinin bana bu konuda yardım etmesi gerekiyordu, ben günün büyük bir kısmını hastanede geçirirken Jürgen şarkıları yazıyordu o sırada Klaus-Peter Matziol gruba katıldı, bu arada görüp görebileceğin en iyi bas gitaristlerinden biridir. Keyboard için çok sayıda adam denedik ama hepsi klasik piyano çalar gibi çalıyordu ama ben Manfred gibi asıl enstrümanı gitar  olan birini arıyordum çünkü o tip müzisyenler asıl hakim oldukları enstrüman olmadığı için kendini parçalamıyor yetenekli olduğunu ispat etmeye çalışırcasına; sakin sakin takılıyorlar. Ben her zaman keyboard çalacak kişiyi gitarcılardan seçerim, bence sende böyle yapmalısın J

MG – bunu hiç düşünmemiştim J bu arada albümün önceki Eloy albümlerinden daha senfonik olması yeni bir dönemin başladığına da işaret ediyor tabii. Hüzünlü bir sound albümün başından sonuna kadar alıp götürüyor bu bağlamda dönemin popüler grupları ile yarışır hale gelmiş denebilir sanırım.

FB – Dawn albüm satışı açısından en başarılı çalışmalarımızdan biri oldu kesinlikle, ortaya çıkan sonuçtan hepimiz çok memnunduk.

MG – yeri gelmişken, Eloy severler arasında bir tartışma vardır Jürgen mi? Fritz mi? diye. Sen ne diyorsun buna hangisi daha iyiydi?

FB – hmmm çok zor bir soru...

MG – aslında ikisininde tarzları bambaşka karşılaştırmak çok yanlış ama insanlar merak ediyorlar bu soruya senin vereceğin yanıtı

FB – Bodo Schopf ikisinden de iyi J

MG – yok artık !!! J

FB – ciddi söylüyorum, güven bana...çok iyi davulcularla çalıştım onun gibi yeteneklisini görmedim.

MG – buna kesinlikle inanmam

FB – bir iki gün daha kal burada ve stüdyo çalışmasına katıl kendi gözlerinle gör.

MG – çok isterdim, konsere gelirim artık

FB – Anlaştık J

MG – aynı kadro ile peşpeşe albümler yaptınız, Ocean yine çok başarılı albümlerden biri oldu grup için belkide en çok bilinen Eloy albümlerinin başında geliyor. Peki o dönemler diğer müzisyenlerin albümlerini dinliyormuydun?

FB – hiç dinlemiyordum, beni ilgilendirmezdi onların neler yaptığı.

MG – konserlere gitmiyordun yani ?

FB – Pink Floyd, The Who, Deep Purple, Led Zeppelin, King Crimson, Yes...vs gibi grupların hiçbir konserini kaçırmadım.

MG – Pink Floyd hakkında ne düşünüyorsun?

FB – bizi sürekli karşılaştırıyor olmalarından rahatsız oluyorum, onlar bambaşka müzik yapıyorlar biz başka. Genel olarak beğeniyorum.

MG – Aynı fikirdeyim.

FB – çok iyi albümler yaptılar. Roger Waters aşırı yetenekli biri, yanına David gibi gitarcı bulunca tutulamadı.

MG – arkalarında Jürgen ya da Fritz olsa ne olurdu sence J

FB – Düşünemiyorum bile, uçarlardı herhalde J

MG – Ben Jürgenciyim bu arada...sebebi Frizt’den daha iyi davulcu olması degil, ki olmayabilir. bence Jürgen komple bir müzisyen, ben olaya bu açıdan bakıyorum, sonuçta Dawn,Ocean ve Silent Cries and Mighty Echoes gibi albümleri yapabilecek bir yeteneğe sahip, ama kafası net olmayan bir adam anladığım kadarıyla.

FB – Bu açıdan bakarsan evet Jürgen çok daha yararlı oldu, özellikle benim stüdyo dışında çok vakit geçirmemden dolayı bütün enerjisini ve konsantrasyonunu bu işe veriyordu. Fakat kötü alışkanlıkları olmasından dolayı blok olduğu dönemlerde oluyordu, hemde olur olmadık zamanlarda yapıyordu bunu ve aramızdaki en büyük sorunda buradan çıktı zaten. Davulun başına oturup aval aval bize bakıyordu bazen, delirecek gibi oluyordum.artık dayanılmaz olduğunda ayrılmak zorunda kaldık, oysaki sakin kalabilseydi müthiş işler yapabilirdik.

MG – kendisi de pek bir iş yapamadı, Ego On The Rock diye bir grup kurdular Detlev ile biliyorsundur, oldukça başarısız bir çalışma

FB – dinlemedim ama kötü olduğuna eminim.

MG – bu dönemde tek konser kaydınızı yaptınız

FB – ses kalitesi çok kötüydü kesinlikle istediğimiz gibi olmadı, mesela “Decay Of Logos” çaldığımız en etkili şarkıydı onu albüme koyamadık ses bozukluğundan dolayı.

MG – bu arada konserlere genelde hangi parça ile başlıyordunuz?

FB – çoğunlukla “Inside” ile başlardık.

MG – “Castle In the Air” daha iyi olmazmıydı J

FB – J

MG – Silent Cries’da yer alan “The Apocalypse” süper bir şarkı bu arada, en iyi şarkısı olabilir Eloy’un...özellikle ikinci gitar solosu, kadın vokalin çığlıklarıyla dinleyeni çok etkiliyor...

FB – kesinlikle katılıyorum sana benimde en favori şarkılarımdandır. Kadının sesi çok iyi ama değil mi?

MG – kesinlikle..hoşunuza gittiği için sanırım aynı vokali sonraki albümlerde de kullandınız J

FB - J

MG – peki çok karamsar şakılar yapmanız konsere gelen insanları nasıl etkiliyordu?

FB – çoğunlukla kendilerinden geçmiş oluyorlardı müzikle birlikte ama ben insanlara pozitif mesajlar veren şarkılarda yapmak istiyordum, mesela Jürgen’e neden “Pilot To Paradise” gibi umut veren şarkılar yazmıyorsun dedim aynı isimli şarkı ile geldi buna çok memnun olmuştum J

MG - Klaus Matziol ile yanlız kalınca karamsarlığa düştünüz mü?

FB – bu defa çok hazır elemanları hemen bulduk.

MG – Jim McGillivray ingiliz Epitaph grubunda davul çalıyordu ve elinde şarkı sözleriyle geldi sanırım. Bu bağlamda yine işleri kolaylaştırdı ve bu yeni kadro ile Eloy için yepyeni bir dönem daha başladı. Elektro gitardan distortion sesi daha bir bağırır oluyor belkide gitarist Hannes Arkona’nın katılımı ile birlikte

FB – Jim iskoçtu bazen ne dediğini bile anlamıyorduk ama o da iyi davulcuydu. Dedim ya davulcu konusunda çok şanslıydım. Hannes çok iyi arkadaşımdı onunla daha önce de çalışma durumunu konuşmuştuk ama o daha sert müzik yapmak istediği için birlikte müzik yapamamıştık, şartlar uygun oldu ve aramıza katıldı.

MG – şuan da kayıtlarda kendisini görüyoruz buraya gelip gidiyor sanırım.

FB – tabii. Şuanki kadronun elemani durumunda.

MG – sound olarak değişmesi ile birlikte kalitede yavas yavas düşüş görülmeye başlıyor bunun sebebi neydi? Bu arada Colours , Planets ve Time To Turn güzel albümler kötü olduklarını düşünmüyorum sadece ister istemez eski dönem albümlerle karşılaştırdığım zaman daha zayıf gibi geliyor bana.

FB – Time to Turn genel olarak Almanya’da en başarılı olan albümümüzdü, en çok satan albüm ödülünü aldık, şarkılarımız sürekli radyoda çalınıyordu, Colours ve Planets’de güzeldi. Dediğin gibi gitarın distortionunu biraz arttırdık aslında bu sebepten dolayı benimde vokal yapmam daha da zor olmaya başladı

MG – arada Fritz gruba geri geldi J

FB – bizi çok özlemiş, öyle dedi J

MG – şarkıların yapısı değiştiği için bizde eski tadı bulamadık onda açıkçası ama Planets ve peşinden gelen Time To Turn yani birbirini takip eden hikayeler Eloy’un diğer albümlerinden bu bağlamda sıyrılıyorlar. Belki öncesinde Power And The Passion’ın devamında yapmak istediğin şeyi o zaman yapabilmiştin.

MG – sonrasında çok kötü bir döneme geçiliyor ve ardı ardına kötü albümler geliyor sebebi neydi bunun?

FB – 80li yılların etkisi diyeceğim çok klasik olacak ama sanırım grup elemanlarının baskısı bu tarz müzik yapmamıza sebep oldu, zaten o albümlerde benim çok az bestem vardır.

MG – keşke hiç çalmasaymışsın J Aslında eloy 80 lere geç giren gruplardan biridir ama sonunda sizde yenik düşüyorsunuz bir şekilde. Sizinle aynı dönemde müzik yapan gruplarıda sizden farklı değil kesinlikle

FB – gerçekten çok kötü müzikler yapıldı, dinleyici kitleside çok değişti, beklentiler vs bir anda kendimizi çıkış noktamızdan çok uzak biryerde duruyor gördük.

MG - Michael Gerlach ile tanışmanız belki sizin kurtuluşunuz olacaktı ama ilk albümünüz bana kalırsa tam bir hayal kırıklığı, nasıl oldu davulcusuz bir albüm yapabildiniz?

FB – Michael bilgisayardan bütün enstrümanları yeteri kadar çalabileceğini düşünüyordu beni de ikna etti zamanla J

MG – tabii sürekli grup elemanları tarafından terk edilen biri olduğunuz için kalabalık kadro ile çalışmak yerine bir iki tuşla bütün enstrümanları çalacak bir kişi daha mantıklı J

FB – o kadar değil canım, sonuçta biz şarkıları yazdık sonra kayıtlara müzisyenler getirdik enstrümanları çalsın diye.

MG – “Voyager of the future race” albümdeki en iyi parça herhalde ama davul yok J

FB – çok acımasızsın J

MG – Özür dilerim ama fikrim bu ne yapabilirim J

MG – Sound gittikçe Space Progressive rock’tan Space Rock hatta Hard Rock’a kayıyorken neden müdahale etmedin?

FB – engellenemez birşeydi sonuçta tek başıma değildim, çok farklı unsurlar var ve seni etkileyebiliyor.

MG –tüm bu birkaç albüm boyunca birkaç tane oldukça güzel şarkı yok değil bende haksızlık etmeyeyim sana J Ocean II fikride sanırım bu başarız dönemleri kapamak için son şans gibi geldi sana...

FB – ben aslında artık müzik yapmayı bırakmış yeni grupların prodükyon işlerini yapıyordum bir arkadaşım inanılmaz etkili oldu “mutlaka Ocean II yapmalısın” gibi konuştu sonra birkaç kişi daha beni bu konuda motive edince hemen grubu tekrar topladım ve çalışmaya koyulduk.

MG – o sırada çok enteresan birşey yaşandı değil mi?

FB – Evet. Jürgen birden ofisimden içeri girdi. Şok oldum, yıllardır görmüyordum “Ocean II yapiyormussun diye duydum” dedi bende “ evet çalışıyoruz“dedim. Bana “buna hakkın yok Ocean bana ait bir albüm benden izin almadan bunu yapamazsın” gibi şeyler söyledi neyse sonra oturup konuştuk “Ocean albümünde soruları sorduk ama yanıt vermedik şimdi o yanıtları vermenin sırası” dedim ve o aksi hali bir süre sonra gitti sonra kendi de gitti bir daha da görmedim.

MG – çalmak istemedi mi albümde?

FB – istiyordu aslında ama özgüvenini tamamen kaybetmiş gibi geldi bana, hadi gel çal desem büyük ihtimalle hayır derdi bende sormadım Bodo’nun ne kadar iyi davulcu olduğunu görünce J

MG – Jürgen olsa çok daha iyi olurdu inan bana J

FB – Senle anlaşamıyoruz bu konuda J

MG – sonra uzun bir aradan sonra turneye çıktınız nasıl geçti konserler?

FB – uzun bir aradan sonra hepimize çok çok iyi geldi, hem eski hayranlarımız hemde yeni nesil çok ilgi gösterdi, tüm konserler hemen hemen doluydu.

MG – şimdi neler yapıyorsun?

FB – yeni grupların prodüksiyon işlerinin yanısıra Fransa’de bir müzikal için çeşitli dünyaca ünlü müzisyenlerle çalışıyorum, 2 yıla kadar biteceğini tahmin ediyorum ama yavaş ilerliyor. Birde Eloy DVD si ile birlikte yepyeni bir albüm hazırlıyoruz.

MG – süper haber bu J box halinde olacak herhalde

FB – şuanki fikrimiz bu ama gelecek günler neyi gösterir bilemiyorum.

MG – kadro aynı sanırım

FB – aynı, onlarda çok heyecanlılar albüm için. Sabah akşam çalışıyoruz...

MG – ortaya iyi birşeyler çıkacağına eminim J son olarak en beğendiğin Eloy albümünü söylermisin?

FB – seninki hangisi?

MG – kesinlikle Dawn !!

FB – aynen J

MG – bu konuda anlaştığımıza çok sevindim J Frank zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim, konserler başladığında görüşürüz. Kolundan tutup seni Türkiye’ye getireceğim haberimn olsun.

FB – seve seve gelirim, ayrica ben çok teşekkür ederim ilgin için....