23 Aralık 2013 Pazartesi

Light of Darkness-Light of Darkness (1971)


Deyişik!

Az tanınan grupları dinlemeye devam... İskoç asıllı grubumuzun Alman müziği icra ediyor olmaları grubun Alman sanılmasını sağlamış tabii. Deyiller! Bir tek davulcuları Alman. 

Grubun kendi adını taşıyan tek albümleri var. 1971 çıkışlı albüm, fazlasıyla bağımlılık yaratıcı parçalar içermekte. Özellikle soul francisco'nun sıyırmış bir versiyonu var ki... Grubun ağababası JOHN LATIMER, soul francisco'da denizleri aşmış da gelmiş. Blues gibi başlayan sonrasında heavy progressive garage rock olarak devam eden bir parça denizleri aşmaz mı lan! Önce tek bir şarkıya dadanıyorsunuz albümde sonra, diğerleri de ağızda eriyor yeminle. 

John Latimer'in sesi Captain Beefheart taklidi yapan Art Garfunkel gibi çıkıyor. Adamın sesi kaçıklık seviyesinde farklı. Diğer parçalarda daha da keyifli oluyor dinlemesi. Bir freedom fight kolay lokma değil. Çok dinlemek lazım, tadına ancak varabildim ben. Sonra movin' along titreye titreye girer kulaklarınıza. Gitar titreşimleriyle bir ses bu kadar uyumlu olabilir. Yazık ki tek albümleri var, çabuk tüketmiyoruz biz de. 
Perkusyonlar, mızıkalar, gitarlar ve harmonika eşliğinde leziz bir albüm bu. Dinlemeyen karanlıkta kalır. 

Line-up

*Mike Reoch - bass, flute, piano, harmonica
*Byron Grant - guitars, fiddle
*John Latimer - vocals, piano, organ, percussion
*Manfred Bebert - drums

Track list

Movin Along
Love in Your Heart
Ain't no Place Where I Belong
Soul Francisco
Freedom Fight
Time
Down 'n' Out

12 Nisan 2013 Cuma

Lightshine - Feeling (1976)


          
                LIGHTSHINE ( KRAUTROCK ) :

                 Joe                           Lead Guitar, Vocal
                 Ulli             Ryhthm Guitar, Flute, Vocal
                 Olli                                      Synthesizer
                 Wolfgang                 Bass Guitar, Vocal
                 Egon                                           Drums



Lightshine, 1974 yılında, Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaletinin, Hollanda sınırına yakın bölgesinde bulunan, Emmerich am Rhein şehrinde yaşayan beş Alman genci tarafından kuruldu. Soyadlarını bilemediğimiz bu beş delikanlı, Krautrock’ ın önemli olduğu kadar, az duyulmuş bu topluluğunu kurduklarında, yirmili yaşlarındaydılar.
Lightshine, Krautrock, Psyhdelic Rock ve Space Rock dinleyicilerini keyiflendirecek birçok ögeye müziğinde yer veren, özellikle Krautrock türüne, özgün bir yaklaşım, yeni bir soluk getirerek, keşfedilmeyi fazlasıyla hak eden bir topluluk …
1977 yılında dağılan, sonraki dönemde tüm çabalarıma rağmen herhangi bir  izine rastlayamadığım, Krautrock’ın bu kısa ömürlü underground topluluğunu, sadece ilk ve tek albümleri olan ‘Feeeling’ ile sizlere tanıtabiliyorum ne yazık ki…
1976 Yılında Trefiton ( Trepitia Film Ton Studio ) plak şirketinden yayımlanan, daha sonraları ‘Garden of Delights’ etiketiyle daha fazla dinleyiciye ve günümüze ulaşabilmiş, Krautrock’ ın bu bilinmeyen klasiğinin çıkış yılı bazı kaynaklarda 1973 olsa da, genelde kabul gören yıl 1976. Albümün yaklaşık bir sene kadar plak şirketlerinin ilgisizliğinden yayımlanamadığını, daha sonra topluluğun ısrarcı çabalarıyla sınırlı sayıda, 500 kopya kadar, basılarak yayımlanabildiğini de eklemeliyim.
         Albüm beş adet melodik parçadan oluşuyor. Tüm parçalar, epik ve teatral vokaller, sürükleyici gitar ritim ve efektleri, çarpıcı ve melodik elektro gitar soloları, oldukça doyurucu ritmik ve melodik bas gitar partisyonları, renkli ve bol zilli davul altyapısı, deneysel ve spacey synthesizer sesleri içeriyor. Açılış parçasındaki flütün de albüme olan katkısını es geçmek istemem doğrusu…
Vokal ve gitar Lighthshine’ ın ruhunun temel ögeleri. Vokal dili İngilizce ve şarkı sözleri zaman zaman enteresan, şiirsel ve felsefi. Kulaklarımızı tırmalayan, irkilmemize neden olan çığlıklar, delice haykırışlarla birlikte, ruhumuza hitap eden, kadife tonlu hoş vokaller bir arada kullanılmış ve çok etkileyici olmuş. Uzun soluklu gitar soloları oldukça melodik, gitar tonları fazlasıyla doyurucu, başarılı ve tabi ki eski kafa…
Parçalar arasında bir tercih yapmak istemesem de açılış parçası ‘Sword in the Sky’ etkileyici bir giriş, dördüncü parça ‘King and Queen’, albümün en uzun parçası, farklı pasajlarıyla çok doyurucu. Albüme ismini veren son parça ‘Feeling’  akılda kalıcı bir veda…
Tüm parçalardaki ani ruh değişimleri temel ve albümü bir solukta dinlememizi sağlayan özellik.
Bu albümü tanıtırken sadece bir fikir vermesi amacıyla, oldukça özgün olduğundan dolayı gönlüm el vermese de, Eloy ve Grobschnitt’ te rastlayabileceğimiz türden bazı yapılar içerdiğinden de söz edebilirim.

Lightshine’ ın ‘Feeling’ albümünü ‘hissedebilmeniz’ dileğiyle…


FEELING ( 1976 ) :

1. Sword in the Sky    4:50
2. Lory                         5:31
3. Nightmare             10:33
4. King and Queen    13:44
5. Feeling                    7:37

Toplam süre              42:15

23 Mart 2013 Cumartesi

Riverside - Shrine of New Generation Slaves (2013)

Yok efendim İngiliz rock müziği şöyledir, Avusturya’nın romantik klasik müziğe etkileri böyledir, efendime söyleyeyim Bayburt’un kübizm akımına katkıları şunlardır derken sanatı bile önyargılara buladık. Ben de biraz buna katkıda bulunayım: Polonya, progressive/psychedelic müziğe ‘gri’ ruhuyla pek çok değerli iş kazandırmış bir memleket. SBB, CzesŁaw Niemen, Abraxas ve Gru gibi pek çok şahane grup/sanatçı biliyoruz Polonya’dan. Riverside ise son on yılda çıkardığı beş albümle hem saydığım grupların hem de günümüz progressive / melodik müzik yapan grupların arasından sıyrılmış ve şanını yürütmüş bir durumda. Malumunuz bu aralar bu tarz müzik yapan yeni ve yaratıcı gruplar bulmak zor, eskilerin de artık doğal olarak –bir yaştan sonra prostat, müziğin önüne geçiyor tabii- üretken olamadığını söylemek mümkün.

Second Life Syndrome (2005) ve Rapid Eye Movement (2007) albümleriyle kendilerini kanıtladılar ve bu çorak topraklara mağrur bir çınar gibi… Sınırsız melodilerle bezeli ve günümüz rock müziğinin de nimetlerinden fazlasıyla faydalanarak oluşturdukları, hepsi birbirinden sağlam yapılı albümler yaptılar. Grubun bir yanına özellikle dikkat çekmek zor, tüm elemanları kendilerine ait işi çok iyi yaptığı için, fakat illa da bir kahraman yaratmak gerekiyorsa o da Mariusz Duda olacaktır ki herkesin vocal kullanımının ve bas melodilerinin birbirine benzediği 2010’lu yıllarda böyle yaratıcı şeyler duymak pek güzel, pek hoş. İlk üç albümde hafif bir sound benimsedikten sonra 2009 yılında çıkardıkları Anno Domini High Definition albümüyle müzikal yoğunluklarından ödün vermeden biraz daha yırtıcı ve vurucu (canım Türkçe’m) hale geldiler.

Gelelim birkaç gün evvel çıkmış olan Shrine Of New Generation Slaves’e. Grup genel karakteristiğini bozmamış tamam ama biraz Steven Wilson, biraz modern İngiliz rock falan derken kafalar karışmış ama çok da fena olmamış. Daha çok akılda kalıcı olmak için daha az melodi, daha çok konserde çalmalık iş. Albümün haberi ilk geldiğinde Celebrity Touch şarkısını önden yollamışlardı, dinlediğimde eyvahlar ettim Anathema’nın yaptığı hatayı mı yapacaklar diye. Neyse ki albümün en kötü şarkısıymış kendisi The Depth of Self-Delusion ile beraber. Ama albümün geri kalanı her ne kadar bahsettiğim ve pek hoşlanmadığım şu tarza eğilimli olsa da oldukça dolu ve kaliteli. Escalator Shrine ve Deprived ise harika olmuş diyebilirim. Şansıma albümün deluxe versiyonu elime geçti, ekstra olarak koydukları Night Session bölümünde ambient sanatının şahbazlığını yapmışlar, eğer seviyorsanız o tarzı, kaçırmayın. Sonuç olarak dinleyin, büyük ihtimalle beğeneceksiniz; şimdiye kadar Riverside dinlemediyseniz bunu kenara koyun, Second Life Syndrome albümüne buyrun.

1. New Generation Slave (4:17)
2. The Depth Of Self - Delusion (7:39)
3. Celebrity Touch (6:48)
4. We Got Used To Us (4:12)
5. Feel Like Falling (5:17)
6. Deprived (8:26)
7. Escalator Shrine (12:41)
8. Coda (1:39)

15 Ocak 2013 Salı

Peter Hammill - Fool's Mate (1971)

      Ejder sesleniyor: ''Don't push me: I was taught self-expression
when I was a child, and so I see
the best way to be's asleep.'' Fakat işler pek de öyle işlemiyor. Solo olarak çıkardığı 37 ve Van der Graaf Generator'ın başlıca provokatörü olarak çıkardığı 12 albümden sonra bakabiliriz ki 'her ne gördüysek'i olmasa da 'nasıl gördüysek' onu vermeyi başarabilen ve bin bir surat insan varlığını yüzümüze çarpan bir dahiymiş Peter Hammill.

      İlk solo albümü Fool's Mate. Klaus Schulze'ye selam çakarak başlıyor albümün ilk şarkısı Imperial Zeppelin ve ondan sonra anlatmaya başlıyor insanın içine işleyen vokalleri ve 'bu böyledir ama aslında şöyledir' diyen piyano melodileriyle. On iki şarkı boyunca (birkaç istisna dışında) aşkı ve kaybolmuşluk hissini birbiriyle bağdaşık bir biçimde ele almışlar farklı farklı açılardan. Konular tanıdık gelebilir ama Peter Hammill'ın bunları doğaya dökme tarzı o yıllara kadar pek karşılaşılmamış biçimde. Aşkı en çok The Beatles veya 'schlager' şarkılarından, kaybolmuşluğu ise Pink Floyd'dan bilen müzikseverler olarak şaşırtıcı olmuştur bu yeni anlatım. Sözlere dikkat etmeden dinlerseniz fark edeceksiniz ki müziğin gidişi bahsettiğim konuları hiç anıştırmıyor. Bu da, albümün -ve bence Peter Hammill'ın çoğu çalışmasının- sözlerle müzik bir aradayken insanın çok yönlü duygusallığını falan da filan.
       Kimler var burada? Aslında çok yabancı isimler yok yine VdGG'den tanıdık çoğu: Guy Evans, Hugh Banton, David Jackson... ve işin ekstrası da Robert Fripp. Fripp, albüm boyunca klasik ballad akorculuğu -tanıma gel!- sebebiyle 'Sunshine' dışında pek göze çarpmıyor ama canı sağ olsun. David Jackson ise kendini 'hayır efendim rock, gitarla yapılmaz saksofonla yapılır' diyerek belli ediyor. Bunun dışında enstrüman çeşitliliği ne kadar fazla ve oturmuş olsa da şarkılar çok kısa ve uzun enstrümantal partisyonları pek barındırmıyor. O yüzden 'aman efendim çok progressive' diyemeyiz belki ama ballad nasıl 'farklı' yapılır görmek istiyorsanız gayet ideal bir albüm. Bu açıdan da aynı yıl çıkan Van der Graaf Generator'ın Pawn Hearts albümüyle hiç benzeşmediğini söyleyebilirim (3 şarkı, toplam 45 dakika). Genel olarak Imperial Zeppelin, Solitude ve Re-Awakening dikkat çeken şarkılar. Sunshine var bir de, The Beatles sounduna hafif yakın duran (belki de onunla dalga geçen), orada da albüme emek veren müzisyenlerin toplu eğlenmesini görebilirsiniz. Gerçi daha önce bu solo albümleri hiç dinlemediyseniz kendisinin genel karakterini yansıtmadığı için başlangıç olarak çok da tavsiye etmeyeyim bu albümü (The Silent Corner And The Empty Stage albümüne buyrun) ama sonuç olarak dinleyin, dinletin ve sakin olun geçecek.

1. Imperial Zeppelin (3:39)
2. Candle (4:17)
3. Happy (2:36)
4. Solitude (4:59)
5. Vision (3:15)
6. Re-Awakening (3:58)
7. Sunshine (4:00)
8. Child (4:26)
9. Summer Song (In the Autumn) (2:13)
10. Viking (4:43)
11. The Birds (3:36)
12. I Once Wrote Some Poems (2:46) 

9 Ocak 2013 Çarşamba

King Crimson - Red (1974)

Sanat eserinizi nasıl alırsınız? Bol içerikli olsun, eklektik olsun, farklı şeyler söylesin; fazla fazla melodi kullansın, herkes enstrümanında virtüöz olsun, hepimizin bildiği ya da hiçbirimizin bilmediği duyguları açığa çıkarsın... Sizi bilemeyeceğim canım ama ben kaotik alayım biraz da. Tamam bu müzikte hepsi var bazı grupların toplayıp albüm çıkardığı kadar melodiyle Rick Wakeman bir şarkının sadece on saniyesini dolduruyor, David Gilmour'ın Comfortably Numb'da attığı sololarda ağladığınız kadar hiçbir sevgilinize ağlamamışsınızdır (yazar burada... neyse) bu böyle gider. Ama saf, tatlı ve melodik müzik yapan gruplar da hiçbir şey anlatmıyor bana. Belki de İtalyan gruplarını bu yüzden sevmiyorumdur, daha çok Almanlar çeker beni - Krautrock'tan bahsettiğimi anlamışsınızdır-.VdGG ve King Crimson sevgim de tam burada başlar işte (Evet ikisi de İngiliz, ne var?).

Öncü grupları biliriz; The Beatles veya Black Sabbath gibi öncülerden bahsediyorum elbette. Üyelerini bilmeseniz de röportajlarını okumasanız da albümlerini kronolojik sırayla dinleyip 'hmm...' yapmasanız da böyle grupların sırtındaki ağırlığın ve o 'sorumlu müzik'lerini anlarsınız. Malum, çıkardıkları her albüm, yazdıkları her şarkı, onların yolunda işe başlayan her gruba örnek olacaktır. İster istemez bir kontrolleri vardır soundları üzerinde. King Crimson ise Progressive Rock'ın öncüsü olma sıfatını oldukça hak ediyor, tam da yarattığı müzik anlayışı gibi sapkın, kontrolsüz ve kaotik. Bir albüm diğerini tutmuyor tamam anladık, sonuçta grup üyeleri her zaman stabil değil, ama bir albüm içinde hiçbir şarkı birbirine yaklaşmaz mı? Al işte, o albüm Red

Şu yıllar süren senfonilerden bir tane yazacak olsam, herhalde -albümün ilk şarkısı- Red'i introsu yapardım. Süresine aldanmayın Red'i herhangi bir şarkıya giriş, herhangi bir kitaba giriş ya da ne bileyim bir mevsime giriş olarak falan dinleyin ne demek istediğimi anlayacaksınız. İlk şarkıdan başlayan bilinmez ve karmaşık hava albüm sonuna kadar, arada vokalin durgunlaşması hariç, hakim ve bu da dinleyiciye tam da 'ne düşünürsen düşün dinlerken, biz koyduk buraya bir şeyler' mesajını vermiş. 

Burada oturup Robert Fripp'in yıllar sonra ortaya çıkacak grunge akımını etkileyen rifflerini -ki doğrudur, isterlerse bu albümü dinlememiş olsunlar bütün grunge grupları etkilenmiştir bu rifflerin harmonisi ve tonundan, aynen her müzisyenin Schoenberg'den etkilenmiş olduğu gerçeği gibi (dikkat Adorno göndermesi)- ya da Bill Bruford'un King Crimson'a katıldıktan sonra yaptığı müziğin karakterini nasıl değiştirdiğini ya da John Wetton'ın sesinin King Crimson'dan neler götürüp ona neler getirdiğini falan uzun uzun anlatırdım ama bu albümün karakterine yaraşır bir inceleme, bence albümün kendisi gibi kaotik olmalıydı. Kaçırmayınız, sevgilerle.

Not: Schoenberg demişken, Schoenberg ve atonal müziğinin progressive rocka etkileri üzerine ciddi düşünüyorum. Bu konuda fikri olan; bir yazı, bir not, bir şey görmüş olan varsa en kısa zamanda -ailesiyle de görüşüp elbette- ciddi bir ilişkiye yelken açmak isterim.

KING CRIMSON

Robert Fripp / Gitar, Mellotron
John Wetton / Bass, Vokal
Bill Bruford / Davul, Vurmalılar

Konuk Müzisyenler:
David Cross / Keman (4)
Mark Charig / Cornet (2), Double Bass (1)
Mel Collins / Soprano Saksafon (5)
Ian McDonald / Alto Saksafon (3,5)
Robin Miller / Obua (2)

RED

01. Red (6:17)
02. Fallen Angel (6:03)
03. One More Red Nightmare (7:10)
04. Providence (8:10) *
05. Starless (12:17)

30 Kasım 2012 Cuma

Genesis – Trespass (1970)

Bir müzik türünü tanımlarken bize hissettirdiği atmosferi anlatmak hiç bilmeyen birine anlatırken bize yardımcı olmayabilir. Özellikle Progressive Rock dinleyicileri için bu durum biraz belirgin. Bunu yapmak yerine örnek vermeyi seçeriz. Genesis, verdiğimiz örneklerin başındaki gruplardan biridir çoğunlukla. Bu albümle beraber Genesis, şu an taklit edilmesini eleştirdiğimiz klişeleri yaratmaya başlıyor.

Bir grup için kısa sürede bu kadar hızlı bir evrimleşme, çok sık görülen bir durum değildir ama Genesis bunu devrim yaratacak bir şekilde gerçekleştirmeyi başarmış. Progressive Rock’ın en önemli teknik özelliklerinden biri olan uzun ve karmaşık enstrümantal partisyonları bu albüme heyecan verici bir şekilde yerleştirilmiş. Albüm aslında baştan sona, grubun on yıllardır bu işi yaptığı ve bir albümlüğüne dinlendikten sonra aynı hızla devam ettiği hissini yaratıyor. Albüm çıktıktan 42 yıl sonra koltuğumda oturup bu albümü dinlemek her ne kadar aşırı hislere yol açıyor olsa da, o yıllarda bu müzik hareketi yeni yeni yeşermeye başladığında bu albümle karşılaşsaydım yaşayabileceğim heyecanı tahmin bile edemiyorum.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta ise Anthony Phillips’in performansıydı. Neredeyse tüm şarkılarda Phillips’in baskın melodik müsrifliğini görebiliyoruz.  Belki de sahneyle yaşadığı duygusal problemler onu yedek kulübesine taşımasaydı bir albüm sonra tanışacağımız Steve Hackett’ı şu an tanımıyor olabilirdik. Hackett için ‘iyi ki’ mi diyeyim yoksa Phillips için ‘keşke’ mi diyeyim tam bilmiyorum. Sadece bu albümde toplulukla beraber davul başı yapmış olan John Mayhew ismini anmadan da geçemeyeceğim. Kendisi her ne kadar bu albümde iyi bir iş çıkarmış olsa da isabetli bir şekilde bu albümden sonra yerini –o zamanlar sadece cici bir müzikal deha olan- Phil Collins’e bırakmak zorunda kaldı. Bunun dışında Genesis müziğine Gabe’in şifalı üfürüğüyle can verdiği ve o dönemde de The Moody Blues ve Jethro Tull gibi pek çok grup tarafından kullanılan flüt sololarının efektif bir şekilde dahil olduğunu, tüylerimiz diken diken olduğunda açıkça fark edebiliyoruz.

Trespass denildiğinde akla gelen ilk şey tabii ki çoğu müziksever için The Knife olacaktır. Bu eklektik ve yapımında bolca kaotik ruh serpintisi kullanılan şarkı, ilerleyen yıllarda da pek çok toplama albümde ve ıslaklarımızda yer aldı. Ayrıca Peter Gabriel’ın tüyler ürperten sesiyle bizlere albümü açan Looking For Someone da ayrı bir mesele. Her şarkının ayrı bir değeri var o yüzden bir anlam ifade etmeyecek tek tek belirtmem, asla kaçırmayın demekle yetiniyorum.

GENESIS

Peter Gabriel / Lead Vokal, Flüt, Akordeon, Tambourine, Bass Drum
Anthony Phillips / Akustik 12 Telli Gitar, Lead Elektrikli Gitar, Dulcimer, Vokal
Anthony Banks / Org, Piyano, Mellotron, Gitar, Vokal
Michael Rutherford / Bass, Nylon & Akustik 12 Telli Gitar, Çello, Vokaş
John Mayhew / Davul, Vurmalılar, Vokal

TRESPASS

01. Looking for Someone (7:06)
02. White Mountain (6:42)
03. Visions of Angels (6:50)
04. Stagnation (8:48)
05. Dusk (4:13)
06. The Knife (8:56)



Clover - Clover (1970)

Bir iki grubu saymazsak Blog'da Country Rock üzerine pek de bir şey yapmamışız. Gerçi bir yandan çok da aman aman, etkileyici işler yok ya da ben pek sevmiyorum Country Rock'ı. Ama Clover biraz farklı. 80'li yılları bilenler veya hatırlayanlar Cuma akşamlarının en keyif verici maddelerinden birinin Sarı Gül Çiftliği'nde olup bitenler olduğunu da anımsarlar. Sam Elliot karizmatik adamımızken Cybill Shepherd da çocukluk hayallerimizin önemli bir noktasında yer alırdı. Tema müziği de aklımıza kazınmıştır hani. Clover'ın bu diziyle bi alakası yok bu arada. Sadece o dizideki müzikleri sevenlerin had safhada beğenerek dinleyecekleri bir grup ve albüm olduğunu belirtmek için yazdık o kadar. Clover müziği son derece klasik, yenilikten uzak ama tam da Country temelleri üzerine kurulu ve insana California'nın yolları taştan duygusu aşılayacak denli Amerikan. 

1967 yılında kurulup 1970 yılında çıkardıkları bu ilk albümde ilk iki parça Shotgun ve Southbound Train hareketliliğiyle alıp götürür insanı. Peşinden gelen şarkılar modu ve devinimi biraz dibe doğru çekerler ama bu tamamen 6.parça No Vacancy'ye hazırlık gibidir. No Vacancy insanı yerlerde süründürür. 

CLOVER

Alex Call - Gitar, Lead Vokal
John McFee - Gitar, Vokal
Johnny Ciambotti - Bass
Mitch Howie - Davul
Ed Bogas - Fiddle

CLOVER

01. Shotgun (Walker) - (2:11)
02. Southbound Train (Alex Call/John McFee) - (3:38)
03. Going To The Country (Johnny Ciambotti/Alex Call) - (2:29)
04. Monopoly (Johnny Ciambotti) - (2:00)
05. Stealin' (Alex Call/Ed Bogas) - (2:44)
06. Wade In The Water (PD) - (4:26)
07. No Vacancy (Johnny Ciambotti) - (3:12)
08. Lizard Rock'n'Roll Band (Ed Bogas/Alex Call) - (2:55)
09. Come (Alex Call) - (3:47)
10. Could You Call It Love (Alex Call/John McFee) - (2:30)

27 Kasım 2012 Salı

Genesis - From Genesis To Revelation (1969)



       Yıl 1969... Hepsi 18-19 yaşlarında ve grup çalışmalarına başlayalı iki yıl olmuş. Grubun üzerinde, o dönemde İngiltere’deki en önemli pop müzik prodüktörlerinden biri olan ve aynı zamanda Genesis’i ‘keşfeden’ Jonathan King’in etkisi çok fazla. Biraz da bu yüzden çoğu progressive rock dinleyicisi bu albümü Genesis’in ilk albümü olarak değerlendirmez, çünkü albümün genel yapısı The Moody Blues’u ve bir parça da Bee Gees’i anımsatacak nitelikte. Hatta albümdeki parçaların çoğu, pek çok Genesis hayranı tarafından ‘’yan sanayi pop ballad’ları’’ olarak nitelendirilse de henüz daha çok genç olan bu müzisyenlerin iyi bir iş çıkardıkları da aşikâr.

Albümün kadrosuna baktığımızda klasik Genesis kadrosundan Peter Gabriel, Mike Rutherford ve Tony Banks’i görüyoruz ve şarkılarda da bireysel yetenekler açısından Gabe’in ve Mike’ın geleceğe dönük olarak fazlasıyla ümit verdiklerini görebilmek mümkün. Tony Banks’in performansı ise her ne kadar albümdeki şarkıların belkemiğini oluştursa da birkaç albüm sonra dinleyeceğimiz Tony Banks’e göre oldukça yaratıcılıktan uzak. Bu albümden bir progressive rock ‘magnum-opus’ı olan Foxtrot’a kadar olan süreci, bir gelişim süreci olarak görürsek From Genesis To Revelation sadece –grubun ikinci albümü olan- Trespass’a yönelik ufak belirtiler gösterebiliyor.

Her ne kadar olumsuz eleştirilerin hedefi olup yok sayılsa da bu albüm, Genesis hayranları tarafından en az bir kere dinlenmeli. Şarkılar ise aralarında tek tek incelenecek farklılıklar göstermiyor fakat That’s Me, hem Peter Gabriel’ın vokal yeteneklerini hem de Genesis’in şarkı yazma yeteneklerini göstermesi açısından yeterince güzel bir tercih olabilir.


1. Where The Sour Turns To Sweet (3:13)
2. In The Beginning (3:46)
3. Fireside Song (4:18)
4. The Serpent (4:38)
5. Am I Very Wrong? (3:31)
6. In The Wilderness (3:29)
7. The Conqueror (3:40)
8. In Hiding (2:37)
9. One Day (3:21)
10. Window (3:33)
11. In Limbo (3:30)
12. Silent Sun (2:13)
13. A Place To Call My Own (1:58) 
14. The Silent Sun (2:11)
15. That's Me (2:36)
16. A Winter's Tale (3:27)
17. One-Eyed Hound (2:33)

23 Nisan 2012 Pazartesi

Os Mundi - 43 Minuten. (1972)


Os Mundi Berlin’den çıkmış ve bize 1970’lerde iki stüdyo albümü bırakmış Alman rock grubudur. İlk albümleri Katolik ilahilerinin yorumlandığı bir konsept albüm olan “Latin Mass” olsa da (ki buna benzer bir çalışma The Electric Prunes’un “Mass in F Minor” albümünde denenmiştir) bu yazımda tanıtacağım albümleri  “43 Minuten”. İlk albümleriyle kıyaslandığında bu albümün Jazz Rock ağırlıklı olduğu rahatlıkla söylenebilir.  Bunun yanında psychedelic ambiyans albümde rahatlıkla hissedilmekte. Uzun gitar jamlerinin yanı sıra saksafon, flüt gibi enstümanlar da uzun bölümler halinde kulaklarımızı bayram ettiriyor. Zaten kişisel kanaatim progresif rock’dan bahsedilecekse dinleyen kulakların saksafon ve flüt sosuna iyice bandırılması gereklidir.

Albümün açılış şarkısı “A Question of Decision” davulun eşlik ettiği hoş bir bas çizgisini, gitar ve saksafonun eşliğinde açılıyor ve ikinci dakikadan itibaren oldukça karanlık bir doğaçlama bölümüne geçiyoruz. Doyurucu ve yer yer enerjik bir flüt bölümünden sonra şarkı eski düzenine dönerek nihayete eriyor. İkinci şarkı “Triple”, saksafon ve çello ağırlıklı bir şarkı, önceki şarkıdan aldığı karanlık atmosferi stilistik bir vokal ve diğer enstrümanların eşliğinde sürdürüyor. “Missile” süre giden saksafon ve uzun bir gitar jaminden oluşan tempolu bir şarkı. “It's All There” albümdeki favori şarkılarımdan; düalistik sözleriyle vokalin ön planda olduğu ve doğu ezgilerinin ağırlıklı olarak kullanıldığı etkileyici bir şarkı.  “Isn't It Beautiful” ise aksak ritmli ve saksafon emprovizasyonlarından oluşan tempolu bir şarkı, hemen ardından gelen “But Reality Will Show” jazz öğelerinin ağırlıklı hissedildiği ve hemen ardından insandan uçurumdan düşüyormuş hissi uyandıran psychedelic bölümleriyle kendinden geçiriyor. Bütün bunların ardından albümün kanımca en cool şarkısı “Children's Games” geliyor. Bir süre orta tempoda vokalle hoş bir biçimde devam eden şarkı ikinci dakikanın sonuna doğru bas ritminin dikkat çekiciliyle kesiliyor ve insanı hemen yakalayan doğaçlama flüt bölümüyle kendimizi iyi hissediyoruz. Ama daha bu başlangıç; saksofon ve çelloyla birlikte ritim gittikçe hızlanıyor birden kesilip tam gaz bir doğaçlama bölümüne daha açılıyoruz. Kafamızı duvara biraz vurduktan sonra şarkı durulup nihayete eriyor. "Erstickubungen” albümün en jazz kokan şarkılarından flüt, çello ve saksofon bölümlerinden oluşan karmaşık ritmli bir parça. Albümün kapanış şarkısı ise konuk müzisyen “Conny Plank”in solo gitarıyla eşlik ettiği "Fortsetzung Folgt".

Os Mundi miras bıraktığı iki albümüyle dönemin müzikal çevresi göz önüne alındığında adından söz edilmesi gereken bir grup. Müzikte eklektizm her zaman güzel sonuçlar doğuran bir durum değildir. Buna rağmen “43 Minuten” farklı formların bir arada güzel bir şekilde harmanlandığı bir albüm. Sonuç olarak Out of Focus, Embryo gibi gruplardan hoşlananlar için edinilmesi gereken bir albüm olduğu düşüncesiyle huzurlarınızdan ayrılıyorum. 

Os Mundi – 42 Minuten

1. A question of decision (7:40)
2. Triple (5:07)
3. Missile (3:05)
4. It's all time
5. Isn't it beautiful (2:17)
6. But reality will show (6:30)
7. Children's games (7:59)
8. Erstickubungen (6:21)
9. Fortsentsung Folgt (1:17)

Albüm Sanatçıları:
- Udo Arndt / gitar, klavye, vokal, perküsyon
- Andreas Villain / bas
- Dietrich Markgraf / saksafon, flüt
- Christoph Busse / davul, gitar, vokal
- Buddy Mandler / perküsyon
- Mikro Rilling / çello, perküsyon, vokal
- Ute Kannenberg / vocal

Konuk Sanatçı : Conny Plank/ gitar



9 Nisan 2012 Pazartesi

Marillion - The Best of Both Worlds

Uzun sayılabilecek bir aradan sonra ustalara saygı kuşağı ile dönüş yapalım.

Gecenin içine doğru akarken iki dünyayı içinde barındıran bir albümü dinlemek gibisi yok. Marillion'un her zamanki eşsiz albüm kapaklarından biri elimdeyken birinci cd'yi oynatıyorum. Diğer taraftan neymiş, nasılmış marillion, bakalım.

Marillion, 1979'da temelleri atılmasına rağmen fazlaca dinamik bir yapısı olduğundan yıl yıl eleman değişikliği içinde olmuş bir gruptur. İsmi, tahmin edileceği üzere J.R.R.TOLKIEN'in Silmarillion'undan esinlenme. Zaten grubun ilk zamanlarında ismi silmarillion'dur 1980'de Marillion olmuştur. Marillion severler kendi içinde Fish ve Steve Hogarth dönemlerine ayrılmışlardır. Vokal anlamında, konsept anlamında apayrı iki dünya dönemi olarak bakılabilir bu ikisinin dönemlerine. 1989'a kadar Fish'in vokalleri vardır, 1989'dan sonra yerini Steve Hogarth'a bırakır. Bu ayrımı görebilmek için bu albüm müthiş bir donedir. 

Albüm 2 cd'den oluşmakta. 

Cd 1'de 1982-1988 arası 14 parça bulunmakta. Tabii ki vokaller Fish'e ait. ''script for a jester's tear'' ile bi' başlar... Tamam, daha ilk şarkıdan fazlaca akıllara zarar olmasına sesimi çıkarmam da, devamındakiler peki? forgotten sons'a kadar kalp atış sayımda değişmeler oluyor. SERT! Geçişler sert değil; ama Fish acımıyor cidden. Dinlediğinizde anlayacaksınız. 

Tozlu cd'ler arasından çıkartılan bir cd'nin duygulanım dengesizliği yaratmadaki başarısını MARILLION ile test edebilirsiniz.

Cd 2'de ise 1989'dan sonra çıkmış parçalardan oluşmakta. Bu parçalarda da Steve Hogarth abimiz vokal. İkinci cd'ye geçtiğimde başka bir dünyada hissediyorum. Aradaki keskin geçişi iyice hissetmek için ilk cd'den  forgatton sons ya da ilk şarkıdan direkt olarak ikinci cd'ye geçin. Steve Hogarth vakolinin ve parçanın içindeki enstrüman kullanımının bende neden çokça derine işleyemediğini henüz anlayamadım. Sizde de varsa öyle işleyememe durumları, sebebini bulalım bilahare! Önce tekrar tekrar dinleyin bu albümü. Ayrıca tüm albüm kapak tasarımlarını yapan kişileri vay arkadaş deyip takdir ediyorum buradan. Vay arkadaş!


MARILLION

Disc 1:
- Fish / vocals 
- Mark Kelly / keyboards 
- Ian Mosley / drums (tracks 5-14)
- Mick Pointer / drums, percussion (tracks 1-4)
- Steve Rothery / guitars 
- Pete Trewavas / basses

Disc 2:
- Steve Hogarth / vocals 
- Mark Kelly / keyboards 
- Ian Mosley / drums 
- Steve Rothery / guitars 
- Pete Trewavas / basses

THE BEST OF BOTH WORLDS

Disc 1: 1982-1988:
1. Script for a Jester's tears (8:45) 
2. Market Square heroes (edited /re-recorded) (3:57) 
3. He knows you know (5:23) 
4. Forgotten sons (8:19) 
5. Garden party (7:16) 
6. Assassing (3:38) 
7. Punch and Judy (3:19) 
8. Kayleigh (single) (3:34) 
9. Lavender (single) (3:41) 
10. Heart of Lothian (single) (3:37) 
11. Incommunicado (5:16) 
12. Warm wet circles (single) (4:24) 
13. That time of the night (5:58) 
14. Sugar mice (8:46) 

Disc 2: 1988 - present:
1. The uninvited guest (3:46) 
2. Easter (single) (4:31) 
3. Hooks in you (meaty mix) (3:54) 
4. The space... (6:15) 
5. Cover my eyes (3:55) 
6. No one can (4:40) 
7. Dry land (4:43) 
8. Waiting to happen (4:56) 
9. The great escape (6:28) 
10. Alone again in the lap of luxury (radion edit) (4:29) 
11. Made again (5:04) 
12. King (7:06) 
13. Afraid of sunlight (6:51) 
14. Beautiful (radio edit) (4:33) 
15. Cannibal surf babe (5:18)