23 Ağustos 2022 Salı

Agitation Free / 2nd (1973)

İlk albümlerini Malesch’i kaydedene dek orijinal kadrosundan iki elemanı Guru Guru ve Tangerine Dream’e kaptırmış bir garip grup Agitation Free. 2nd ile gitarist değişikliğine giderek, perküsyonlar ile yarattıkları oryantal etkileri ve kaotik gitar sound'unu terk ederek daha geniş kitleye hitap etmek istemişler fakat yine de yaratıcılıklarına engel olamamışlar.

Laila serisi (ki albümün en zayıf parçaları bana göre) ile denk geldiğim ikinci albümleri 2nd, gitar hariç tüm elemanların sabit kaldığı kadrosu ile Malesch’teki çiğ ve yırtıcı tarzı; her enstrümanı rahatlıkla seçebildiğiniz daha parlak prodüksiyonlu, kolay sindirilebilir blues / jazz tandanslı gitar sololarla (ilk albümde yer alan Khan el Khalili’e benzeyen) ağır aksak emprovize gelişen bir tarza evrilmiş. (Pulse gibi deli işi besteleri aratıyor olsa da) Açılış parçası First Communication ile beraber albümün geneline yayılan Michael Hoenig’in synth bazlı uzay temaları, yarattığı atmosferle ayaklarınızı yerden keserek, nereden geldik nereye gidiyoruz düşünceleri ile dünyaya yukardan bakmanızı sağlamış.

Yeni gitarist Stefan Diez’in blues-jazz arası gidip gelen bağımsız tarzı (biraz John McLaughlin'i andırsa da) grubun altyapısı üzerinde müthiş tınılarken, altyapıda en az sololar kadar birbirinden bağımsız davul ve bass gitarın bu derece uyumlu olması da takdire şayan. Albümü bütün olarak ele alırsak, arızalı olduğunu düşüneceğimiz enstrümantel yapıyı tek bozan parça Haunted Island gibi duruyor. Ki onun sıkıntısı da sözleri değil vokalleri Burghard Rausch’un yapıyor oluşu yoksa yine taş gibi bir parça (sorun; biraz neden olmasıncılık, biraz da Amon Düül II gibi duruyor)

Anlattıklarımdan “Altta davul tıngırdasın, üzerine bass gitarın gamlarını takiben sololar olsun, boşlukları da synthlerle doldururuz, atmosfer işini hallederiz” demişler gibi algılanmasın sakın, ilmek ilmek işlenmiş soloları, altta her notasıyla akıl almaz bass gitarları, durdurak bilmeyen davulları ve tüm enstrümanların birbirine bağlayan
synth/pianoları ile müptelası olacağınız bir albüm.

AGITATION FREE

Lutz Ulbrich / Gitar, 12 Telli Gitar, Buzuki
Michael Günther / Bass
Michael Hoenig / Synthesizer, Klavye
Burghard Rausch / Davul, Vurmalılar, Sesler, Mellotron
Stephan Diez / Gitar

2ND

01 - First Communication 8:18
02 - Dialogue and Random 2:00
03 - Laila, Part I 1:32
04 - Laila, Part II 6:45
05 - In the Silence of the Morning Sunrise 6:29
06 - A Quiet Walk9:15
        a. Listening
        b. Two - Not of the Same Kind
07 - Haunted Island 7:10



ICG

22 Ağustos 2022 Pazartesi

Mogul Thrash / Mogul Thrash (1971)

Dünkü Colosseum albümünde dikkat çeken isimlerden biri de Mogul Thrash'ti. Oradan devam edelim dedik. Colosseum'a güzel bir ek ve yanlış olmayan bir tercih diye düşünebiliriz. 

1968 - 1969 yılları arasında Colosseum'da takılan James Litherland gruptan ayrılıp kendi grubunu kurma kararı alıyor. Başlangıçta James Litherland's Brotherhood adıyla kurulan grup küçük bir evrim geçirerek Mogul Thrash adını alıyor. Grupta kimler yok ki! Daha sonraları King Crimson, Family, Uriah Heep gibi gruplarda adını sıkça duyacağımız John Wetton, buradan çıkıp Average White Band'e giden Roger Ball ve Malcolm Duncan, Eclection'dan gelme Mike Rosen ve The Glass Menagerie'den Bill Harrison. Supergroup kıvamında olmasa da oldukça yeterli, yetenekli müzisyenler.

Yaptıkları müzik ile gerçekten öne çıkabilecek bir grup oldukları halde her ne hikmetse tek albümle kalmışlar. Progressive Rock ve Jazz Rock türleri içine giren albüm, eşi benzeri olmayan tek albümler listesinde, ilk 10'da yerini mutlaka alır. Bazı metinlerde çok iyi olmadıkları, gruptaki 2 saksofonisti toplasan bir Dick Heckstall-Smith etmedikleri filan yazsa da siz bu tip laflara çok fazla itibar etmeyin.

Albüm enfes bir girişe sahip Something Sad ile başlıyor. Tempolu, sert gitar rifflerine sahip ve sade vokaliyle öne çıkıyor parça. Dinleyiciye sahnede hem bir Jazz orkestrası hem de bir Rock grubu varmış izlenimi yaratıyor.

Ardından gelen parça bir Litherland bestesi ki aynı beste daha önce Colosseum tarafından yorumlanmış olan Elegy. Diğerinden farklı olarak oldukça farklı bir yapıya sahip. Ama her iki versiyon da o kadar iyi ki, hangisi daha iyi sorusuna cevap vermek pek mümkün değil.

Dreams of Glass and Sand ise Jazz'ı temel alan bir parça. Vokallerin sadeliği, temponun hemen üzerinde yerini alırken parça çabuk değişebilen yapısıyla dinleyeni farklı yerlere götürüyor.

Going North, Going West özelliksiz başlayan girişiyle pek bir şey vaat etmiyor gibi görünürken bir anda rota değişikliği yapıp 50'lerin Jazz Big Band'lerinden Progressive'e, Psychedelic etkilerden Heavy Rock'a doğru uzanıyor. 

İddiasız parça St. Peter zaman zaman ikinci dönem yani John Lawton vokalinin olduğu Uriah Heep'i hatırlatıyor. 

Girişinde hiçbir şey duyamıyormuşsunuz gibi hissettiren What's This I Hear yükselen saksofonun ardından orta tempolu bir yapıya dönüşüyor. Parçanın bazı bölümlerinde bass öne çıkarken bazı bölümlerinde davul dışında bir şeyi duyamıyorsunuz. Bölük pörçük bir hale getirseniz yaklaşık 4 tane parça çıkarabilirsiniz yani What's This I Hear'dan.

Albümün yapımcılığını Brian Auger'ın yaptığını, St. Peter'da da piyano çaldığını belirtmeden kapatmayalım konuyu.

MOGUL THRASH

James Litherland / Gitar, Vokal
Roger Ball / Alto Saksofon, Bariton Saksofon, Soprana Saksofon
John Wetton / Bass, Gitar, Vokal
Bill Harrison / Davul
Malcolm Duncan / Tenor Saksofon
Michael Rosen / Trompet, Mellophone, Gitar

MOGUL THRASH

01 - Something Sad
02 - Elegy
03 - Dreams of Glass and Sand
04 - Going North, Going West
05 - St. Peter
06 - What's This I Hear

21 Ağustos 2022 Pazar

Colosseum / Valentyne Suite (1969)

Fatboy Slim - Ya Mama sample olarak The Kettle’ın giriş riffini kullanmamış olsa bu albümle ne ilgim olurdu, Jon Hiseman insan mıydı ve en önemlisi böylesine muazzam müzisyenlerden oluşan bu grup hak ettiği ilgiyi göremedi mi, dilim döndüğünce cevaplayayım. 

Zamanında elde ettiği başarısına rağmen bugünden bakıldığında pek de numarası olmayan (yine de döneminin çok üstünde) blues ağırlıklı ilk albümleri Those Who Are About to Die Salute You ardına aynı yıl kaydedilen Valentyne Suite, malum parça The Kettle ile açılışı yapıyor. Her zamanki müzik piyasası pazarlama stratejisi olsa gerek, sözlerini pek takmazsanız gümbür gümbür bir riff ve hayvan gibi davulları (Hiseman’ a da sıra gelecek) ile kulak pasını alıyor almasına da ardına gelen parçalarla albümün en tırt parçası olduğunu farketmeniz kısa sürmüyor. Pek orjinal ve etkileyici bir ses rengi olmasa da James Litherland’ın The Kettle'da boğulan güçlü vokalleri Elegy’de beste ile mükemmel bir uyum içersinde ve sözleri ciğerinize işliyor. Devamındaki Butty’s blues’un yoğun jazz prodüksiyonu nedeniyle ezilmek üzere olan Litherland’ ın vokalleri kapanışa doğru daha seçilebilir hale geliyor. (kendi çabası gibi de duruyor) Ve bugün albümün hala konuşuluyor olmasının en büyük sebebi kapanış parçası olan 17 dakikalık enstrumantal Valentyne Suite, jazz ile progressive harmanın kuşkusuz en baba örneklerinden biri. Üç tematik bölüme ayrılan parçayı bir bütün olarak dinlerseniz her enstrümanın ne kadar incelikle bestelendiğine şahit olacaksınız. Özellikle de davulda Hiseman albümdeki tüm parçaların devamlılığına ve sürükleyiciliğine olan etkisini bu parça ile iyice göze sokuyor.

Jon Hiseman, açılışı yapan The Kettle’da nefes aldırmamasından tutun da en duygusal anlarda bile bir yolunu bulup düşük tuşelerine rağmen kendini farkettiren, inanılmaz bir davulcu. (Vakti zamanında The Graham Bond Organization’da Ginger Baker’ın da yerini doldurduğunu ekleyelim) Colosseum dağıldıktan sonra da devam ettiği Colosseum II ile müziğe olan tutkusuna ve bitmeyen enerjisine hayran olmamak ne mümkün.

Her ne kadar bir bir bahsetmesem de her biri kendi enstrumanında virtüöz ayarındaki (mesela Dick Heckstall-Smith aynı anda iki saksafon çalıyordu) orjinal kadrosu ile Colosseum’u doğal bir süper grup olarak anmak en doğrusu. Daha sonra yayınlandıkları Grass is Greener (daha çok Amerika için toplama gibi) ve Daughter of Time (ayrıca üzerine yazı yazmalı) albümlerinin ardından dağılsalar da Jon Hiseman, Alan Holdsworth ile Tempest, David Greenslade, Tony Reeves ile - Greenslade ve James Litherland, John Wetton ile - Mogul Thrash gibi gruplar kurarak müzik hayatlarına devam etti. Elbette aktif olduğu dönem İngiliz müzik listelerinde ilk 25 arasında her zaman yer etmiş bir grubun tamamı virtüöz ayarındaki elemanlarını ömürleri boyunca tek bir grup ile takılacak sanmak da büyük saflık olurdu.

COLOSSEUM

Dave Greenslade / Hammond Org, Vibraphone, Piyano, Vokal
Dick Heckstall-Smith / Saksofon, Flüt
Jon Hiseman / Davul
James Litherland / Gitar, Lead Vokal
Tony Reeves / Bass

VALENTYNE SUITE

01 - The Kettle
02 - Elegy
03 - Butty's Blues
04 - The Machine Demands a Sacrifice
05 - The Valentyne Suite
    i. January's Search
    ii. February's Valentyne
    iii. The Grass Is Always Greener...


ICG

20 Ağustos 2022 Cumartesi

The Grateful Dead / Workingman's Dead (1970)

Psychedelic Rock
'ın, Jefferson Airplane ve Quicksilver Messenger Service ile birlikte en önde gelen gruplarından, yılmaz neferlerinden, kafayı kırmış insanlarından oluşan The Grateful Dead 1963 yılında, Noel arifesinde kurulmaya başlamış. Bob Weir, bir müzik dükkanının vitrinine bakarken içeriden gelen banjo sesini duyup giriyor. Oturmuş, elindeki banjoyu deneyen adam da Jerry Garcia. İlk görüşte aşk misali birbirlerini buluyorlar yani. Ardından kısa süre içerisinde Ron "Pigpen" McKernan ile birlikte Mother McCree's Uptown Jug Champions adlı grubu kuruyorlar.

Kabul edelim, grubun adı gerçekten uzun ve manasız. Onlar da pek sevmemiş olacaklar ki 1964 yılında Bill Kreutzmann ve Dana Morgan, Jr.'ı da gruba dahil edip isimlerini The Warlocks olarak değiştiriyorlar. Bir süre bu isimle çalıp 1965 yılında Dana'nın yerine Phil Lesh'i alıp grubun adını da The Grateful Dead olarak değiştiriyorlar.

San Fransisco'nun pek çok mekanında sahne alıp öne çıkmaya başlıyorlar. Kaliteli müzikleri pek çokları tarafından başarılı ve yenilikçi bulunurken bu durum Warner Bros.'un da gözünden kaçmıyor ve 1967 yılında ilk albüm anlaşmasını yapıyorlar. Çeşitli sebeplerden ötürü, oldukça iyi olan albüm ticari başarıyı elde edemiyor. 1 yıl sonra çıkan ve daha da iyi olan Anthem of the Sun da aynı kaderi paylaşıyor.

Grubun, belirli bir kitlenin grubu olmaktan çıkıp şimdilerde hiç sevmediğimiz bir tanımlama olan "ana akım"a yakın performans göstermesi ise 1970 yılında çıkardıkları 2 albümle oluyor. İlki Workingman's Dead, ikincisi ise American Beauty. Bu arada belirtmek gerekir ki ana akım meselesini sadece popülariteyi tanımlamak için kullandım. Dead, o zamanlarda da daha en başında olduğu gibi ayrık otu konumunda. 70 yılı albümlerinin de muhteşem albümler olduklarını söyleyeyim.

Blues ve folk'tan beslenen, Garcia'nın telli çalgılarıyla şenlenen, yenilikleriyle öne çıkan albümler her ikisi de. Konumuz olan Workingman's Dead ise her zaman az farkla öne çıkıyor. Genelde albümler ve gruplar hakkında verdiğimiz bilgilere, parçalara ait kişisel yorumları da katmaya çalışıyoruz ama bu albüm o albümlerden biri değil. Her bir parça sayfalar dolusu yazıyı hak edecek cinsten olduğu için uzatmanın çok bir faydasını göremiyorum. Dinleyin! :)

THE GRATEFUL DEAD

Jerry Garcia / Lead Gitar, Pedal Steel Gitar, Vokal
Bob Weir / Gitar, Vokal
Phil Lesh / Bass, Vokal
Ron "Pigpen" McKernan / Klavye, Vokal
Bill Kreutzmann / Davul
Mickey Hart / Davul

WORKINGMAN'S DEAD

01 - Uncle John's Band 4:42
02 - High Time 5:13
03 - Dire Wolf 3:13
04 - New Speedway Boogie 4:05
05 - Cumberland Blues 3:15
06 - Black Peter 5:42
07 - Easy Wind 4:59
08 - Casey Jones 4:24

19 Ağustos 2022 Cuma

Tobruk / Ad Lib (1972)

Havanın sıcaklığından mı yoksa ülkenin durumundan mıdır bilinmez, Psychedelic Rock'tan gidiyoruz bu aralar. Tobruk da 70'lere tek albümle konuk olan gruplardan biri. Grup hakkında tarihsel bilgiye sahip değiliz çok fazla. Hatta bildiklerimiz sadece birkaç küçük şeyle ve grup elemanlarıyla alakalı, o kadar.

Tobruk'un bu ilk ve tek albümü 1972 yılında Brezilya'da kaydedilip sadece Brezilya'da yayınlanmış. O dönemde ortalıkta pek fazla görünememişler yani. Yıllar sonra yapılan yeniden basım plak ve CD'lerden (CD var mı hala?) tanıyoruz biz de. Grup elemanlarının ikisi Brezilyalı diğer üçü ise Amerikalı. Albümü Amerika'da yayınlasalarmış daha çok şansları olurdu herhalde, teknik ve ticari büyük bir hataya imza atmışlar.

Grubun müziği pek de alışkın olmadığımız bir tarza sahip. Evet, Psychedelic Rock olduğu her yerinden belli tabi ama Jefferson Airplane, The Grateful Dead gibi değiller. Hatta dönemin tek albümlü Amerikalı grupları gibi de değiller. Birbirini takip eden ve yineleyen armonilerden örülü parçalara sahip gibi gelse de aslında öyle de değil. Parçaların hepsinin kendi içinde ayrı bir dinamiği var. Başladığı gibi devam eder gibi görünürken sizi farklı yerlerde gezilere çıkarıyor. Özellikle vokalin yaptığı ses oyunları bir anda ortamın ve havanın değişmesini sağlıyor.

Açılış parçası I'm Love With You grubun en bilinen parçası. Diğerlerinden farklı olarak daha çok Blues'a yaklaşıyor. Bu nedenle de dinlemesi daha kolay. Gerçi vokalle birlikte geriden gelen gitar ve geri vokallerin kattığı psychedelic hava gerçekten de etkili.

Theme From My Mind ise tam bir Psychedelic parça. Adıyla örtüşen bir şekilde sizi dehlizlerden oluşan bir yere sokuyor. Karşınıza ne çıkacağı belli değil. Vokalin tuhaf söyleme tercihi başta rahatsız etse de sonraları parça ile örtüşmeye başlıyor.

Albümdeki favori parçalarımdan biri Queens Are Made. Dipten ve derinden gelen gitarlar ile gelişen, bazen sinir bozucu bir havaya bürünüp bazen de melodik bir yapıyı karşımıza çıkarıyor. Normal bir gidişatı yok yani. Tam da içinde yer aldıkları tarza uyan bir parça.

Hello Crazy People çoğunluğla Johnny B. Goode tarzı bir şey yapalım kaygısından çıkmış gibi duruyor. Albümde havayı kaçırmakla birlikte kendisinden önceki ve sonraki parçaları ayırması açısından da gerekli bir parça olarak düşünülebilir. 

Ardından gelen parça Heart of a Sound Spirit bir önceki parça ile değişen havayı daha ileri götürmek için elinden geleni yapıyor. Vokalin ses oyunları ve gitarlar ile Moog Synthesizer'dan çıkan seslerle eğlencelik bir parça. Psychedelic'ten ödün vermeden seviyeyi epeyce yukarı taşıyor.

Albümün en iyi parçası, hiç şüphesiz, albüme adını veren Ad Lib. 12.24 uzunluğuyla işitsel bir şölen. İniş ve çıkışları, dengesiz yapısı, bir oraya bir buraya savrulan tarzıyla enfes.

Son parça Send It Tomorrow, olay bitti başka albüm yapmamıza gerek yok der gibi bitiriyor albümü. Türün bütün öğelerinin bu kadar yerinde kullanıldığı nadir parçalardan. Derinliklere yapılan bir yolculuk, kendinizi kaybettiğiniz hatta aramayı bile unuttuğunuz bir yerde duruyor. Dinlerken sıklıkla kendimi Alice In Wonderland'de koşarken hayal ediyorum.

TOBRUK

Brian Anderson (Andre Barbosa Filho) / Slide Gitar, Lead Vokal
Lois Gee Brahman / Lead Gitar, Efektler
Key Wilson / Org, Piyano, Moog synthesizer
Ronnie Wells (Rafael Moreno) / Bass, Vokal
Billy Rogers / Davul, Geri Vokal

AD LIB

01. I’m In Love With You — 4:07
02. Theme From My Mind — 3:31
03. Queens Are Made — 4:35
04. Hello Crazy People — 2:28
05. Heart Of A Sound Spirit — 2:55
06. Ad Lib — 12:20
07. Send It For Tomorrow — 4:17

18 Ağustos 2022 Perşembe

Vanilla Fudge / Renaissance (1968)

Amerika'nın kültürel olarak Psychedelic Rock'da önde olduğu bir gerçek. Karmaşık yaşam biçiminin, demokratik olduğunu sürekli vurgulayan ama insanları baskılayan yapısıyla öne çıkan bu kültürde bizdeki tabiriyle "kafayı kırmış" insanların yaptığı müzik doğal olarak tercih edilir ve öne çıkan bir hal alıyor olmalı. 

Vanilla Fudge da kafası kırık insanlardan oluşan bir grup. Psychedelic Rock'u bir üst aşamaya taşıyıp Heavy Psychedelic'e eviriyorlar. Yaratıcılık had safhada. Bu konudaki en büyük etkinin, daha sonraları adlarını sık sık duyuran Tim Bogert ve Carmine Appice sayesinde olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

1966 yılında kurulan grubun ilk adı The Pigeons yani Güvercinler. Kulağa pek hoş gelmese de bir üre bu isimle ilerliyorlar. Arada Electric Pigeons ismi de gündeme geliyor ama pek tutmuyor. En son değişikliklerle birlikte Carmine Appice gruba dahil olduğu sıralarda yaptıkları kayıtlar o kadar beğeniliyor ki Atlantic Records ile iyi bir anlaşma imzalıyorlar. Fakat Atlantic'in başındaki Ahmet Ertegün grubun adını hiç beğenmiyor, değiştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Grup elemanları yana yakıla ortalıkta grup ismi arayıp bulamazken, Long Island'da gittikleri bir kafede tanıştıkları garson kız Dee Dee ile yaptıkları sohbet sırasında Dee Dee onlara, büyükbabasının kendisine Vanilla Fudge (Vanilyalı Şekerleme) olarak hitap ettiğini söylüyor ve grup elemanları isim konusunda karar vermiş oluyorlar. Ertegün de ismi çok beğeniyor ve ilk albümün kayıtları başlıyor.

Yukarıdaki hikayeyi Carmine Appice'in 2016 yılında yayınlanan Stick It!: My Life of Sex, Drums, and Rock 'n' Roll kitabından ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz.

Daha önce Iron Butterfly / In-A-Gadda-Da-Vida'da belirttiğimiz yükseltilmiş psychedelic rock'ın bir sonraki evresi neredeyse Heavy Metal'in çıkışını sağlıyor. Vanilla Fudge'ı da bu konuda Iron butterfly'ın yanına koymakta sakınca yok. Her ikisinin de bu konuda hakkı epeyce fazla.

İyi bir çıkış yakaladıkları ilk albümün ardından daha deneysel bir çalışma olan ikinci albüm The Beat Goes On'la pek fazla beğenilmeseler de sıra Renaissance albümüne geldiğinde ilk iki albümün kıymeti anlaşılıyor. İlk albümdeki folk ve psychedelic kökler, kendini bulma çabası ile oradan oraya sürüklenen ikinci albümün yapısıyla birleşip Renaissance'ın doğmasını sağlıyor. Grubun tartışmasız en iyi albümü de Renaissance zaten.

Psychedelic'in en ilkel hali ile, sanki önünüzde çalıyormuşçasına kaydedilen bu albümde daha sonraları öne çıkan pek çok gruba ait özellikler bulmak mümkün. Bazı parçalarda vokal kullanımı size direkt olarak Ian Gillan'ı çağrıştırıyor. Gitar ve klavye birliktelikleri ise az sonra Uriah Heep sahneye çıkacakmış gibi düşündürüyor. Sadeliğin içinden çıkıp karmakarışık bir bütünlük oluşturan şarkılarda ise Yes'i görüyorsunuz. Pek çok grubu ve müzisyeni etkiledikleri ortada.

Bu nedenle de albümdeki parçaları tek tek ele almak hem uzun sürer hem de dinleyecek olanlara haksızlık edilir. Parçalar hakkında bilgi sahibi olunmadan dinlenilmesi gereken albümlerden biri. Keşfetmenin keyfi, şaşırmanın güzü, beğeninin üst seviyesi ancak öyle anlaşılabilir.

VANILLA FUDGE

Mark Stein / Lead Vokal, Klavye
Tim Bogert / Bass, Vokal
Vinnie Martell / Gitar, Vokal
Carmine Appice / Davul, Vokal

RENAISSANCE

01 - The Sky Cried - When I Was a Boy 7:36
02 - Thoughts 3:28
03 - Paradise 5:59
04 - That's What Makes a Man 4:28
05 - The Spell That Comes After 4:29
06 - Faceless People 5:55
07 - Season of the Witch 8:40

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Tír na nÓg / Tír na nÓg (1971)

Kelt mitolojisinden beslenen pek çok şey gibi Tír na nÓg da bir hayli ilgili çekici bir grup. 70'lerin başında İrlanda'da kuruluyorlar. Toplamda da sadece 2 kişiler. Ama 7-8 kişilik müzik yaptıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Grubun adı Kelt mitolojisinde, sadece tanrıların ve perilerin yaşadığı, ebedi gençlik yurdu anlamına gelen Tír na nÓg adasından geliyor. Mitolojiye göre İrlanda'nın batısında yer alan, hiçbir haritada görünmeyen bu adanın sakinleri sadece Tanrılar ve Periler. Yani öyle insanların öldüklerinde gittikleri, ödül mahiyetinde bir yer değil.

Tír na nÓg 1969 yılı ortalarında Dublin , İrlanda'da kurulmuş. Leo O'Kelly ve Sonny Condell tarafından kurulan grup uzunca bir süre Folk müzik çalınan barlarda sahne almış. Bu noktada ilginç bir şeyden bahsetmek gerekiyor. Leo O'Kelly, Tír na nÓg'dan önce Hard Rock ya da Heavy Rock diye bilinen türlerin içinde yer alan yerel gruplarda çalıyor. Heavy Rock'tan Folk'a geçiş yapmak kolay olmasa gerek. Her ne kadar ortak kültürlerden besleniyor da olsalar değişimin çapı çok büyük.

Grubun 70'lerde yayınlanmış 3 albümü bulunuyor. Bu albümlerin üçü de eleştirmenler tarafından oldukça başarılı bulunsa da ticari anlamda aynı başarıyı gösterememişler. Hatta bu ilk albüm Melody Maker'da ayın albümü olarak bile tanıtılmış ama istenilen başarı kazanılamamış.

Müziklerinde keltik ezgileri sıkça kullanmışlar. Mitolojiden beslenen sözler yazıp müziklerini yapmışlar. Karmaşık yapıdaki akustik gitarlar, belli bir düzene göre giden vurmalılar ile birleşince keyifle dinlenen parçalar ortaya çıkmış. Progressive Folk'un ilk gruplarından biri olarak sayılıan Tír na nÓg'da O'Kelly gitar, bass gitar, keman ve üflemelileri çalarken gitar ve tüm vurmalılar da Condell tarafından çalınıyor. Her ikisinin de vokal yaptığını belirtlelim. İkisinin de öne çıkan özelliklere sahip sesleri yok belki ama yaptıkları müzik için de son derece uyumlular.

Boat Song albümdeki favori parçalardan biri. Yapısal olarak çok basit, vokal için de büyük teknikler gerektirmiyor. İnsana verdiği sade hissiyat sanki gerçekten de denizin üstüne bir botta takılıyormuşsunuz gibi düşündürüyor size.

Kelt ezgileri ile örülü Tír na nÓg parçası belki de albümün en iyi parçası. Anlatılan hikaye ile müzik birbirini tamamlarken, vokal de hikaye anlatan biri olarak ortada duruyor. Keyif alarak dinlenen albümlerden biri. Özellikle de Progressive Folk seviyorsanız arşivinize bulunması gerekenlerden.

Tír na nÓg

Leo O'Kelly / Gitar, Bass, Keman, Üflemeliler, Vokal
Sonny Condell / Gitar, Vurmalılar, Vokal

Tír na nÓg

01 - Time Is Like a Promise
02 - Mariner Blues
03 - Daisy Lady
04 - Tir na nog
05 - Aberdeen Angus
06 - Looking Up
07 - Boat Song
08 - Our Love Will Not Decay
09 - Hey Friend
10 - Dance of Years
11 - Live a Day
12 - Piccadilly
13 - Dante

16 Ağustos 2022 Salı

Black Cat Bones / Barbed Wire Sandwich (1970)

İngiltere'nin ilk dönem Blues Rock gruplarından biri olan Black Cat Bones 1966 yılında kuruluyor. Orijinal kadroda Derek ve Stuart Brooks kardeşler ile birlikte vokal ve armonikada Paul Tiller, davulda Terry Sims ve lead gitarda da efsanevi Paul Kossoff bulunuyor. Grup bu kadroyla bir süre devam ediyor ve Londra'daki pek çok Pub'da sahne alıyor. Ama kadro değişikliğine gitmek zorunda kalıyorlar. Tiller'ın yerine Brian Short gelirken, Terry Sims'in yeri önce Frank Perry ile hemen ardından da Simon Kirke ile değiştiriliyor. Muhtemeldir ki Kirke'ün gruba katılması ile birlikte Free için ilk hareketlenmeler başlıyor.

Grubun kadrosu tam oturdu derken yapımcı Mike Vernon, İngiliz blues müziğinin emektarı Jack Dupree'nin 1968 yılı albümünde çalmaları için Kossoff, Kirke ve Stuart Brooks'u ikna ediyor. Albüm kaydının ardından çıkılan İngiltere turnesinde de yer alıyorlar. Ama o noktadan sonra Brooks Black Cat Bones'a dönerken Kossoff ve Kirke ise gruptan ayrılıyorlar. Kossoff'un yerine Rod Price gelirken, Kirke ise Phil Lenoir ile yer değiştiriyor.

Grubun kadrosu albüm öncesi bu hali alıyor ve tarihinin tek albümü olan (bazı farklı kayıtlar sonradan çıkmakla birlikte) Barbed Wire Sandwich'i kaydediyorlar. Yayınlandığı dönemde çok büyük başarılar elde edemese de gerçekten de oldukça iyi bir albüm çıkıyor ortaya. Sadece blues olmaktan öte psychedelic öğeler de barındıran ve Hard Rock'a kadar uzanan etkili bir albüm.

Parçaların genelinde blues yapısı aynen korunuyor. Herhangi başka bir denemeye girmeden, saf haliyle blues üzerinden giderek keyif veren bir albüm ortaya çıkarmışlar. İlk parça Chauffeur içerdiği tempolu klasik blues anlayışı ile daha albümün başında sizi ele geçiriyor. Bundaki en büyük etkinin Brian Short'un vokalinde olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

İkinci parça Death Valley Blues ise pek çok açıdan öne çıkan bir parça. Belki de albümün en iyi parçası. İngilizlerin Amerikalılara "blues böyle yapılır" isimli dersi olarak bile düşünülebilir.

Albümdeki diğer favoriler Feelin' Good, Save My Love ve Good Lookin' Woman. Ama bu demek değil ki diğer parçalar işe yaramaz! Aksine blues'u hangi yönden sevdiğinize göre değişiyor Barbed Wire Sandwich içindeki favori parçalarınız.

BLACK CAT BONES

Rod Price / Lead Gitar, Vokal
Stuart Brooks / Bass
Phil Lenoir / Davul
Derek Brooks / Ritim Gitar
Brian Short / Vokal

BARBED WIRE SANDWICH

01 - Chauffeur 5:19
02 - Death Valley Blues 3:56
03 - Feelin' Good 4:51
04 - Please Tell Me Baby 3:15
05 - Coming Back 2:34
06 - Save My Love 4:54
07 - Four Women 5:07
08 - Sylvester's Blues 3:44
09 - Good Lookin' Woman 7:18


12 Ağustos 2022 Cuma

Ardo Dombec / Ardo Dombec (1971)

Pek çok kaynakta Krautrock olarak gösterilen ama Krautrock'çıların bile kabullenmediği bir grup Ardo Dombec. Hamburg çıkışlı ve 4 kişilik kadrosuyla değişik bir müzik anlayışları var. Bugün bile grubun albümü ile ilgili berbat, kötü, iğrenç gibi tanımlamalar duymak mümkün. Ama yaptıkları tek albümle (muhtemelen o dönemde de iyi bulunmadığından tek albümle kalmışlar) bence müzik tarihindeki yerlerini hem de birçok gruptan daha çok hak ediyorlar.

Grubun tarihçesi hakkında çok fazla bilgi yok. Hamburg'da kuruldukları ve bazı barlarda çaldıkları sırada bir albüm kaydettikleri dışında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bu bilgi eksikliği hafif bir boşluk oluştursa da çok önemli de değil.

Karşılaştırma ya da benzetme yapmak çok doğru değil ama Ardo Dombec'i, öncülü olan Soft Machine ile aynı kefede düşünebiliriz. Soft Machine'deki kendine has ve zor müzikal yapı Ardo Dombec'te de mevcut. Uzun ve karmakarışık jazz partisyonlarını çok seviyorlar. Genele bakıldığında da jazz ile rock'ı bu kadar iyi buluşturabilen ender gruplardan biri. O zamanda da şimdide de hakları fazlaca yenmiş ve yenmeye devam ediyor.

Saksofon, flüt ve gitarın enfes uyumunu sağlayabilmiş olmaları gerçekten takdire şayan. Ki bunu yaparken herhangi bir tarzın içine dahil olmadan, kendi hallerinde yapmış olmaları da ayrıca alkışlanması gereken bir durum. Sözlerin de epeyce ilginç şeyler içerdiğini söylemeliyim. Konu için en iyi örnek de Clean Up Sunday parçası. Şarkının sözleri ilahi kurtuluşun her pazar yapılan ayinden sonra sadaka kutusuna (bizdeki tanımıyla anlatmak daha doğru geldi) bozuk para atmayla olacağına inanan bir rahibe hakkında. İronik ve eğlenceli.

Açılış parçası Spectaculum tempolu ve epeyce hareketli. Saksofonla birlikte ilerleyen özelliksiz vokal etkileyici bir hava katıyor. Saksofonla yapılan ara oyunlar da parçayı öne doğru taşıyor. Hiç de öyle berbat, sıkıcı ya da kötü değil yani. :)

Supper Time'ın ise nefis bir girişi var. Vokalin ortaya çıkışıyla birlikte değişik bir havaya bürünüyor ve ardından giren gitar ile pek çok açıdan dinleyiciyi doyuruyor.

A Bit Near the Knuckle diğerlerine oranla biraz geride kalmakla birlikte belki de albümün en iyi parçalarından biri olarak çıkıyor karşımıza. Aralara karıştırılmış big band jazz anlayışı güzel bir ayrıntı. Temposu alçalıp yükseldikçe de sizi değişik diyarlara sürüklüyor.

Daha sade bir parça olarak başlayan Clean Up Sunday başta progressive özellikler içerse de bir anda tarzı değiştiriyor. Parçanın temposu sözlerdeki ironi ile eş zamanlı olarak değişiyor. Değişik, tuhaf ve etkili bir parça yani.

1940'lı yıllardan bir big band havasıyla başlayan Downtown Paradise Lost hafiften Blues'a da göz kırpıyor. Anladığım kadarıyla parçada hem John Milton'ın Yitik Cennet'ine (Paradise Lost) hem de Hamburg merkezindeki kırmızı ışıklara göndermeler var. Çözebilen varsa yorum kısmından hepimizi bilgilendirsin.

Oh Sorry ile ilgili sürprizi bozmak istemem ama saksofonla çıkardıkları iş gerçekten çok iyi. :)

Sade ve özelliksiz bir flüt girişiyle başlayan 108 albümdeki en kararsız parçalardan biri. Arada gidip geliyor sürekli. Doğal olarak da dinleyicinin de karar vermesi zorlaşıyor. Kötü değil kesinlikle. Ama değişik. Gitar ve flütün yan yana yürümesi gibi bir şey!

Uchangable Things adına tezat şekilde sürekli değişen bir yapıya sahip. Nereye gideceğini bilemiyorsunuz parçanın. Jazz'dan Blues'a oradan Progressive Rock'a, hafiften klasik müziğe kadar uzanıyor. Hakkını vererek dinlemeniz gereken parçalardan biri.

ARDO DOMBEC

Helmut Hachmann / Saksofon, Flüt
Harald Gleu / Gitar, Vokal
Wolfgang Spillner / Davul, Vokal
Michael Ufer / Bass

ARDO DOMBEC

01 - Spectaculum 4:02
02 - Supper Time 3:19
03 - A Bit Near the Knuckle 4:32
04 - Clean Up Sunday 6:50
05 - Downtown-Paradise-Lost 5:52
06 - Oh, Sorry 0:06
07 - 108 4:36
08 - Unchangeable Things 5:58

10 Ağustos 2022 Çarşamba

Iron Butterfly / In-A-Gadda-Da-Vida (1968)

Baştan belirteyim, Iron Butterfly kişisel açıdan pek çok şeyin başlangıcıdır. Gereksiz İşler Kulübü'nün adının geldiği yer olması dışında, müziği ile etkileyici, hayatı değiştirebilme yeteneği olan, sağlam ama kırılgan bir fikir. Projelerin atası. :)

1966 yılı ortalarında California'nin San Diego şehrinde kuruluyor Iron ButterflyDoug Ingle, Ron Bushy, Jerry Penrod, Darryl DeLoach ve Danny Weis'tan oluşan kadro kısa süre içerisinde Atco (plak firması) ile anlaşma imzalayıp ilk albümün kayıtlarına başlıyorlar. Albüm adı gibi ağır (Heavy) ve kaliteli bir iş olarak ortaya çıkıyor. Hemen ardından ise Weis ve Deloach gruptan ayrılıyorlar ve Rhinoceros grubunu kuruyorlar. Iron Butterfly'da kalan Ingle ve Bushy de gruba Lee Dorman ve Erik Braunn'u dahil ederek şu an konumuz olan muhteşem albümü kaydediyorlar.

Erik Braunn ile ilgili bir konuyu burada yinelemek gerekiyor. Adam, Iron Butterfly'a katıldığı ve bu enfes albümde çaldığı sırada 16 yaşında. Keman eğitimi filan almış ama ben gitar çalmak istiyorum hevesiyle bu enstrümana başlamış. Albümdeki tüm parçalarda duyacağınız gitarlar 16 yaşındaki Erik Braunn'a ait. Ingle ve Bushy'i bu riski aldıkları, Braunn'u da bu kadar yetenekli olduğu için tebrik etmek lazım.

Amerikalı olan grubun müziğe başladığı dönemden kaynaklı olarak Psychedelic Rock üzerine yoğunlaşması hiç de tuhaf değil. Dönemin en özgün, yaratıcı ve kaliteli Amerikan gruplarının çoğu bu tarzın içine dahil. Ama Iron Butterfly işi biraz daha öteye taşıyor. Müzikal atmosferde yarattıkları yırtıcılık ve hırçınlık ile Hard Rock'a evrilirken, gelecek dönemlerin Heavy Metal'ine de kapı aralamış oluyorlar. Temelde müziklerini sadece Psychedelic olarak adlandıramayız. Onun üzerine eklemeler yaparak Hard Rock, Heavy Psych ve Acid Rock'a dönüştürdükleri yayınladıkları albümlerde fena halde belli oluyor.

Albümün genelinde Flower Power'dan gelen bir hissiyat olduğu gerçeği yadsınamaz. Grup elemanlarının da kafasının o yönde çalıştığı ortada. Doğal olarak da albüm bütün sertliğine rağmen naif düşünceler içeriyor. Sözleri son derece basit ve özensiz gibi görünse de Most Anything You Want harika bir giriş parçası. Doug Ingle'ın benzersiz vokali ile de fena halde ön plana çıkıyor.

Flowers and Beads ise az önce bahsettiğimiz Flower Power üzerinden giden samimi bir parça. Gitar ve davullar bir yana Ingle'ın hem vokali hem de klavyesi ile şenleniyor. İnsanı gerçekten de o yıllara kadar götürebilme yeteneğine sahip. Dinlerken bir anda bu yüzyıldan diğerine, coşkunun daha içten ve fazla olduğu döneme doğru aktığınızı hissediyorsunuz.

Üçüncü parça My Mirage genel olarak insanı baştan çıkarma becerisini elinde tutup çok da iyi kullanıyor. Ritmik ara bölümleri ile psychedelic ile acid rock arasında gidip gelirken sizi de oradan oraya savuruyor.

Termination kısa ve kısa olduğu kadar da etkili. Bazı bölümlerinde Uriah Heep tarzı Heavy Progressive Rock'ı bile duyabilirsiniz. Bir anda herşeyi sonlandıran enfes bir sona da sahip. Hemen ardından gelen Are You Happy, sorduğu sorudan çok verilebilecek cevaplara odaklanmış gibi görünüyor insana. Doug Ingle'ın vokali bu parçada bambaşka bir yapıya bürünüyor. Davul atakları ve bass gitarında buna katkısı çok büyük. Kişisel olarak hayatımın pek çok döneminde, özellikle de boktan zamanları yaşadığım anlarda, kafamın içinde Ingle'ı duymuşluğum vardır. O anın bütün hezimetini zafere dönüştürecek şekilde gülümeyerek bağırır; Are You Happy?

Albümün son parçasını ise mutlaka bir yerlerde duymuşsunuzdur. Bir filmin kovalama sahnesinde, dandik bir reklamda, gezdiğiniz bir sergide vs. Duymadıysanız da yazıklar olsun size! :) Rock müzik tarihinin en iyi, en etkili parçalarından biridir. 17 dakikayı aşan ama sıkıcı ya da sıradan olma belasına bulaşmayan yapısı, Ron Bushy'nin efsanevi davul solosu, Braunn'un sürükleyici gitarı ile öne çıkar. Şarkının adının In The Garden Of Eden'dan geldiği söylense de bir röportajda Ingle "alakası bile yok" cevabını vermiştir. Konunun aslı hala muammadır. Neyse işte.. Böyle parçalar hakkında çok konuşmaya da gerek yok, play tuşuna basmak yeterli.

IRON BUTTERFLY

Doug Ingle / Vokal, Klavye
Ron Bushy / Davul
Lee Dorman / Bass, Vokal
Erik Brann / Gitar, Vokal

IN-A-GADDA-DA-VIDA

01- Most Anything You Want 3:41
02 - Flowers and Beads 3:05
03 - My Mirage 4:51
04 - Termination 2:50
05 - Are You Happy 4:28
06 - In-A-Gadda-Da-Vida 17:05