12 Eylül 2022 Pazartesi

Black Widow / Sacrifice (1970)

Kişisel olarak en sevdiğim gruplar ve albümler listesinde her daim ilk onda kendine yer bulan Black Widow ve Sacrifice, hak ettiği yeri bir türlü bulamamışlar listesinde de ilk sıralarda yer alır. Müzikal anlayışlarının kalitesi ortadayken bir türlü olması gereken başarıyı yakalayamamaları sıklıkla saçma gelse de onca yılın ardından söylenmek dışında pek bir şey yapamıyoruz maalesef.

1966 yılında Leicester, İngiltere'de Pesky Gee adıyla kuruluyor grup. 1969 yılına kadar pek çok yerde sahne alıp deneyim kazanıyorlar. Bu arada grubun 3 yıllık gitaristi Chris Dredge ayrılıyor ve yerine Jim Gannon geliyor. Hemen ardından Pesky Gee'nin ilk ve tek albümü Exclamation Mark kaydediliyor ve bu kez de vokal Kay Garrett grubu bırakıyor. Kalanlar biz bu işin daha iyisini de yaparız mantığıyla yola devam kararı alıyorlar. Ama isim değişikliğine gidiyorlar ve Black Widow ortaya çıkıyor.

Zaten başarılı bir albüm kaydettikleri için kendilerine yapımcı bulmakta zorluk çekmiyorlar. Yeni albümün kayıtları başlıyor. Satanik ve okült sözler içeren enteresan liriklere sahip parçalar yapıyorlar. Albüm yayınlandığında hiç de haklı olmayan bir şekilde Black Sabbath ile karşılaştırılıyorlar. Hatta hem grubun ismi hem de parçalardaki sözlerden dolayı Black Widow'un Black Sabbath taklidi olduğu eleştirileri bile yapılıyor. Ama dinleyen herkesin rahatlıkla çözümleyebileceği üzere aralarında benzerlikle olsa da bahsi geçen iki grubun da, bu gruplara ait sözlerin de birbirinden çok farkları var. 

Ama o dönem için bu yeterli gelmiyor ve yapımcılar Black Widow'un sonraki albümlerinde tarz değişikliğine gidilmesini mecbur kılıyor. İlk albümle satanist damgası yedikleri için bunun ticari açıdan sorun doğuracağını düşünüp grubun müziğini daha Progressive Rock ve Hard Rock birleşimine çevirtiyorlar. Bu karar diğer albümlerden de anlaşılacağı üzere çok yanlış bir seçim olmamakla birlikte, ilk albümünde devamında gelebilecek okült yaklaşımı daha farklı ve değişik bir Black Widow'la da karşı karşıya bırakabilirdi bizi.

Psychedelic Rock ve Folk'tan beslenen ama nihayetinde Heavy Progressive Rock olarak adlandırılan türe dahil edebileceğimiz Sacrifice'ta her bir parça kendi çapında bir başyapıta dönüşüyor. Melodik olarak popülerleşen ve akılda kalan gibi düşünüldüğünde albümün baş yapıtlıkla tabi ki alakası kalmıyor ama aradığımız şey de Steve Miller Band'in Serenade'ı gibi parçalar değil sonuçta. Kendi yapısını oluşturan, çeşitlemeleri fazlalaştıran, oradan oraya sürüklenen parçalardan bahsediyoruz.

Albümdeki müzik aleti çeşitliliğinin verdiği avantajla çok güçlü ve sıradan olmaktan uzak parçalarla oluşturulan atmosfer oldukça etkileyici. Müziği vücudunuzun her yerinde hissediyorsunuz.

BLACK WIDOW

Bob Bond / Bass
Clive Box / Davul, Vurmalılar
Jim Gannon / Lead Gitar, İspanyol Gitar, Vibraphone
Clive Jones / Flüt, Saksofon, Klarinet
Jess "Zoot" Taylor / Org, Piyano
Kip Trevor / Vokal

SACRIFICE

01 - In Ancient Days 7:40
02 - Way to Power 3:58
03 - Come to the Sabbat 4:56
04 - Conjuration 5:45
05 - Seduction 5:38
06 - Attack of the Demon 5:37
07 - Sacrifice 11:10

11 Eylül 2022 Pazar

Nihat Örerel Röportajı

Araya YouTube'da tesadüfen rastladığımız bir röportajı da alalım istedik. Röportaj, Gökhan Aya tarafından 14 Mayıs 1998 tarihinde Açık Radyo'da yapılmış. Aslında röportaj demek de çok doğru olmayabilir. Sohbet havasında geçen, Deep Purple'ların, Vanilla Fudge'ların, Bunalım ve Silüetler'in havada uçuştuğu bir radyo programı. Konuk ise 70'lerin efsane davulcularından Nihat Örerel. Belgesel tadında olmasa da hem Örerel hem de dönemin Rock müziği açısından ilgi çekici ve iştah kabartıcı bir muhabbet.

Gringo / Gringo (1971)

Sık sık bahsi geçtiği üzere, 70'lerde özellikle Progressive Rock gruplarının bir kısmı tek albümlük gruplar olarak kalıyor. Bu başarısız ya da kalitesiz olmalarından çok ya kişisel sorunlar ya da tarz uyuşmazlıkları gibi sebeplerden kaynaklı. Gringo da bu gruplardan biri. Dağılmaları, grup elemanlarının farklı yönlere gitmek istemeleriyle alakalıydı.

1968 yılında Somerset, İngiltere'de kurulan grubun ilk hali The Toast adını taşıyordu. Pek ilgi çekici ve iyi bir isim olmamakla birlikte o zaman için de oldukça yeterliymiş. 3 kişi olarak kurulan grubun ilk başarısı BBC 2'de yayınlanan Colour Me Pop programı için 8 parça kaydetmek oldu. Kaydın yayınlanmasından sonra kendilerinin de beklemedikleri bir ilginin odağı oluyorlar ve yoğun konser programına başlıyorlar. 1969 yılına geldiklerinde başarının farkına varan CBS, The Toast ile 45'lik anlaşması imzalıyor. Çıkan 45'lik de başarı getiriyor. Ticari olmasa da en azından kaliteli bir grupla karşı karşıya kalındığını gösteriyor.

Grup, yola devam etmek için bir kadın vokale ihtiyaç duyduklarını düşünüyor ve seçme düzenliyorlar. Seçmelerin sonunda İrlanda doğumlu Annette Casey'i gruba dahil ediyorlar. Herkes benim gibi düşünür mü bilmem ama bu İrlandalı kadın vokaller gerçekten de etkili ses ve yorumlara sahipler. Annette de bunu boşa çıkarmıyor ve gerçekten kaliteli yorumlara imza atıyor.

Bir süre sonra The Toast ismiyle devam etmenin doğru olmayacağına karar veriyorlar. Çünkü ortamda grup sayısı da albüm sayısı da fazlalaşmış. Ortalıkta Progressive Rock albümlerinden geçilmez duruma gelmiş. Bu noktada grup elemanları The Toast'un yorgun ya da bıkkın bir rutine saplanıp kaldığını fark ediyorlar. İsimlerini de "ilerici müziğin sunduğu yeni özgürlükleri keşfetmeye hevesli Gringo" olarak değiştiriyorlar.

Bir yandan devam eden konserlerin yanında kendi parçalarının son hallerini oluşturmaya başladıklarında yıl 1971'di. MCA ile albüm anlaşması imzalamışlar ve daha da ileriye gitmenin peşine düşmüşlerdi. Albüm, 1971 yılının yaz başında, Hollanda turnesini bitirdiklerinde piyasaya sürüldü. Verdikleri konserlerle İngiltere ve Avrupa'da zaten bilinen grubun artık bir albümü de vardı. Kazandıkları bu avantajla Caravan ve Barclay James Harvest ile turneye çıktılar. Turne bitiminde bass gitarist John G. Perry başka bir gruba katılmak için Gringo'dan ayrıldı. Hemen ardından da Casey evlendi. Grup 1972 yazına kadar ayakta kalmaya çalışsa da bunu başaramadı.

İşin ilginç yanı, yapımcılığını John Hiseman'ın üstelenceği, ikinci bir albüm fikri ortada dolaşmaya başlamıştı. Ama o albüm hiç kaydedilmedi.

Albümü belli bir türe ait olarak görmek yanlış olacaktır. İçinde Folk'tan Beat müziğine, Rhtyhm & Blues'dan Jazz'a pek çok etkiyi gözlemleyebiliyorsunuz. Kim bilir, belki de albümü Art Rock olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

GRINGO

Annette Casey (Casey Synge) / Vokal
Henry Marsh / Vokal, Gitar, Klavye
Simon Byrne / Vokal, Davul, Klavye
John G. Perry / Vokal, Bass

GRINGO

01 - Cry the Beloved Country 5:50
02 - I'm Another Man 4:15
03 - More and More 4:40
04 - Our Time Is Our Time 5:00
05 - Gently Step Through the Stream 3:55
06 - Emma and Harry 3:55
07 - Moonstone 4:30
08 - Land of Who Knows Where 4:05
09 - Patriotic Song 5:10

10 Eylül 2022 Cumartesi

Touch / Touch (1969)

Amerika
'nın muhtemelen ilk Progressive Rock albümlerinden biri hatta belki de ilki. Psychedelic Rock'ın fena halde revaçta olduğu, Blues Rock'ın pek çok yeri salladığı West Coast'tan (büyütülecek bir şey değil, Batı Kıyısı sadece) çıkmış tek albümlük bir grup olan Touch ve grupla aynı adı taşıyan enfes albümü.

60'ların başında The Kingsmen adıyla yola çıkıp liste başarısı bile elde eden grubun elemanlarından Don Gallucci kendi grubunu kurmanın peşine düşüyor. Bob Holden ile birlikte Don and the Goodtimes'ı kuruyor. Grup kısa sürede Amerika Pop listesinde 20 numaraya giren bir de şarkı yapıyor ama daha fazla ilerleyemiyorlar. O sıralarda gruba Jeff Hawks ve Joey Newman da katılıyor. Gallucci'nin dediğine göre, 1967 yılı sonlarında The Beatles'ın Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band'ini dinlediklerinde "Titanic'teki şezlongların yeniden düzenlendiği hissine" kapılıyorlar ve devam etmeleri gerektiğine inanıp, en az adı geçen The Beatles albümü kadar iyi bir albüm kaydetmeye karar veriyorlar.

Bu sırada Goodtimes'ı tarihe gömüp bazı eleman değişikliklerine gidiyorlar. Gallucci, Newman ve Hawks sabit kalırken John Bordonaro ve Bruce Hauser Touch'a dahil oluyorlar. Los Angeles'daki Hollywood Hills'de bulunan Mağribi tarzı bir kalede hem yaşayıp hem de albümün parçalarını yazmaya başlıyorlar.

Parçalar bittiğinde kayda giriyorlar ve kayıtlar efsanevi denilebilecek şekilde, parti havasında kaydediliyor. Efsanevi diyoruz çünkü albümün kaydı sırasında stüdyoda bulunan isimlerden sadece bazıları; Jimi Hendrix, Mick Jagger ve Grace Slick. Daha ne olsun?

İşin en kötü tarafı albüm kaydından kısa bir süre sonra grup kişisel nedenlerden dağılıyor. Arkalarında bıraktıkları albümün kalitesinin farkına varabilmiş olsalardı sanıyoruz ki kişisel bütün sebepleri bir kenara bırakırlardı.

Fena halde Psychedelic Rock ve Folk'tan beslenen albümde birbirine benzemeyen ama bir arada durduklarında bir bütünü oluşturabilen parçalar bulunuyor. Konsept bir albüm olduğu söylenemez ama onlardan aşağı kalır yanı da yok Touch'ın. Parçaları dinlerken de belirlenmiş bir melodi üzerine çeşitlemeler beklemek yanlış olur. Başladığı yerde durmayan, bittiğinde başlangıçtan hatta kat ettiği yoldan bile farklı bir yerde duran parçalar bunlar. Albümdeki parçaları keşfetme işini size bırakıyoruz ama ekleyelim, Gallucci'nin klavyesinin öne çıktığı yerlere dikkat edin, sizi farklı evrenlere sürükleyebilir.

TOUCH

Don Gallucci / Klavye, Vokal
John Bordonaro / Davul, Vokal
Joey Newman / Gitar, Vokal
Bruce Hauser / Bass, Vokal
Jeff Hawks / Vokal

TOUCH

01 - We Feel Fine 4:33
02 - Friendly Birds 4:50
03 - Miss Teach 3:22
04 - The Spiritual Death of Howard Greer 9:31
05 - Down at Circes' Place 3:52
06 - Alesha and Others 3:05
07 - Seventy Five 10:58

9 Eylül 2022 Cuma

Eden Rose / On The Way To Eden (1970)

Fransa
'dan tek albümlük bir grup. Progressive Rock ile Jazz Rock arasında gidip gelen, değişik, vokalsiz nefis bir albüm. Bazıları albümü beğenmese de dönemin az önce bahsettiğimiz her iki türü için de oldukça doyurucu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Değişken, bir anda farklılaşan, arada en başa dönüp sonra iyice zıvanadan çıkan bir müziği var Eden Rose'un.

Hikaye 1965 yılında Les Gardians grubuyla başlıyor. Henri Garella, Christian Clairefond ve Henry Castello bu grupla bir araya geliyorlar. Grubun geleceği olmadığını düşünüp yeni bir grup kurmak için ayrıldıklarında tarih 1969'u gösteriyor. Arada yaptıkları, çaldıkları başka müzisyenler var tabi ama çok fazla da etkili işler ortaya çıkmıyor. Grubun adını Eden Rose koyan Castello da bir süre sonra ayrılıyor. Garella ve Clairefond da yanlarına Jean-Pierre Alarcen ve Michel Jullien'i alarak yola devam ediyor.

Albüm kayıtları 1970 yılının Mart ayına başlıyor. Uzun sürmesi planlanan kayıtlar kısa sürede tamamlanıyor. Çünkü grup Paris'teki bir stüdyoda doğaçlama olarak kaydediyor parçaları. Yani albümde dinlediklerimiz aslında canlı kayıtlar. Grubun kurucu üyei Henri Garella'dan kaynaklı olarak parçalarda Hammond çok fazla ön plana çıkıyor ama diğerleri buna itiraz etmiyor. Zira ortaya çıkan kayıtlar gerçekten de hepsini tatmin ediyor.

Bu noktada grup ile yapımcı firma arasında bazı sorunlar çıkıyor. Sorunlar o kadar büyüyor ki grup kendi parçalarının miks çalışmasına katılmayacak kadar ileri gidiyor. İplerin koptuğu nokta da bu oluyor. Eden Rose, albüm piyasaya çıktıktan sonra Fransa turnesine çıkıyor. Arada Cezayir'de filan da çalıyorlar. Ama yapımcının attığı büyük kazığı fark ettiklerinde Eden Rose için her şey bitiyor. Grup elemanları yapımcı ile yaşadıkları sorunlar yüzünden albümden en ufak bir telif ya da başka bir ücret alamıyorlar.

Durumun ağırlığı tüm grup elemanlarını etkiliyor ve dağılıyorlar. Kalitesi her yerinden belli olan böyle bir albümün ve grubun tozlu raflara kaldırılması elbette üzücü. Ama hepsi yoluna devam ediyor.

Albümde favori olarak gösterilebilecek çok fazla parça mevcut. Hatta komple favori bile demek yanlış olmaz. Bazı noktalarda "Hammond bari burada olmasaydı" gibi bir fikre kapılsanız bile parçanın devamında iyi ki de varmış diyorsunuz. Daha sonraları solo albümleri ile de öne çıkan Alarcen'in albümde çaldığı doğaçlama gitarlara da kulak vermek gerekiyor. Hammond'ın darmadağın ettiği her şeyi toplarmış gibi bir edayla girip, her şeyi yoluna koyup sahneyi tekrar Hammond' bırakıyor. Arka arkaya defalarca dinleyip her seferinde de yeni bir şeyler bulabileceğiniz bir albüm On The Way To Eden.

EDEN ROSE

Jean-Pierre Alarcen / Gitar
Christian Clairefond / Bass
Henri Garella / Hammond Org
Michel Jullien / Davul

ON THE WAY TO EDEN

01 - On the Way to Eden 5:09
02 - Faster and Faster 3:03
03 - Sad Dream 4:05
04 - Obsession 5:00
05 - Feeling in the Living 4:15
06 - Travelling 3:24
07 - Walking in the Sea 5:33
08 - Reinyet Number 4:20

8 Eylül 2022 Perşembe

Zen - Bakırköy Akıl Hastanesi'nde Live (1999)

Kırk kat yabancının girip çıktığı bir blog olarak Krautrock, Psychedelic vs derken zaman zaman tereciye tere satıyoruz gibi geliyor. Ama toplumsal basiretsizlikte dünyaca numune bir millet olarak müzikte (ve dahi sanatın pek çok dalında) zamanın ruhunu yakalamakta hep güçlük çekmiş olmamız, bizim havaların bahsini geçirmeyeceğimiz anlamına da gelmez. Kimi yanlış yerde yanlış zamanda bulunarak, kimi de zamanının ötesinde işlere imza atarak yitip gitmiş gruplarımız arasında Zen tıpkı isminin tüm anlamları gibi zamansız ve mekansızlığın temsili olup, her zaman müzik tarihimizin yüz aklarından biri olarak kalacak. Şimdilik trivia yapmaya hiç gerek yok.

1999 yılında (gerçekten) Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde çalmış olmaları kulağa anormal geliyor olsa da orada tedavi gören hastaların da insan oldukları gerçeğini gözler önüne serme misyonunu ziyadesiyle yerine getirmişler. Yaklaşık bir saat boyunca full doğaçlama giden performansları da yağ gibi akıyor.

Oktav gitarlar, pitch shift vokaller ve türlü ilginç sampleları ile kafadan psychedelinin içine girdiğimiz ilk parça, kreşendoyu ateşleyecek (ağırdan ağırdan aranan) gitar rifi bulununca önce sessizleşip ardından o riff ile beraber yükselerek bitiyor. Bu arada grubun doğaçlama formülü yok denecek gibi zira herkes enstrümanlarında büyük usta ve gerekli atmosferi oluşturmak için canla başla çalışıyor. Genelde konuşarak yapılan vokallere kimi zaman Blues tandanslı gitar yürüyüşler kimi zaman da orta doğu oryantali elektro bağlama riffleri eşlik ediyor.

Albüm "arkadaşlarımız oldu buraya girdiler, çıktılar, kaldılar filan....” açılışıyla, Neyzen Teyfik’in bu hastanenin tercihli sakinlerinden biri olduğunu anlattıkları parça ile devam ediyor. Ardına gelen parçada aralarda “Hasta alma, hasta dışlama” diyerek de yine malum felsefe üzerinden inceden inceye dönemin sağlık sistemini güzelliyorlar. Eh olacak o kadar.

Albümün en uzun ve en yoğun parçası Arkadaşım Ateş, muazzam elektro bağlaması ve ona eşlik eden sample ile vokallerin altında müthiş tınılıyor. Hesapsız bir şekilde atağa kalkan parça (davulun ölçü kaçırması) gerçekten ölüyü diriltecek tempoda. Bağlamanın ve bass gitarların yoğunlukta olduğu parçanın son bölümünde o ortamda bulunmayı ne kadar istediğimi tarif edemem.

Tamam Dut Ali, Mazhar Neyzen ve Köpeği ile benzerlik gösteren bir formül, kabul de… Bakırköy Havası’nın doğaçlama olma ihtimalini sorgulamamak mümkün değil. En azından girişteki soloyu önceden yazmışlardır herhalde, di mi?

Kapanış olarak tüm hastaları koğuşlarına uğurlarken, felsefe yapmaktan geri durmayarak dışarıda kaçırdığımız hayatı sorgulamamızı da sağladıkları için ayrıca teşekkürler, Zen.

“Perdeleri açın bakın, dışarıda güneş var güneş”

ZEN

Murat Ertel / Vokal, Elektro Gitar, Elektro Bağlama
Emre Önel / Darbuka, Kastanyet, Sampler, Vurmalılar
Fahri Aykut / Davul
Merih Öztaylan / Vokal, Sampler, Talking Drums, Vurmalılar
William Macbeth / Kontrbas, Bass, Echo, Sampler
Levent Akman / Def, Ziller, Vurmalılar, Sampler

BAKIRKÖY AKIL HASTANESİ'NDE

01 - Bu Dünya Benim Dünyam
02 - Mazhar, Neyzen ve Köpeği
03 - Burda Bizden Başkası Yok
04 - Arkadaşım Ateş
05 - Dut Ali
06 - Bakırköy Havası
07 - Birozdan


ICG

7 Eylül 2022 Çarşamba

Electric Food / Electric Food (1970)

Asterix
'de bahsettiğimiz "normal olmayan bir takım insanlar"'ın bir başka projesi de Electric Food. Aslında proje tamamen Goerge Monro'nun (George Mavros) sesi üzerine kurulu. Kısa ömürlü ama 2 albümlü bir stüdyo projesi. Mavros dışında grubun elemanları Lucifer's Friend'in çekirdek kadrosu. Aynı zamanda German Bonds, Bokaj Retsiem, Booker T. and Family, The Pink Mice ve Asterix'in de kadrosu tabi. Daha fazla grubun çekirdek kadrosu olma ihtimalleri de var ama bizim bildiklerimiz şimdilik bu kadar.

Bahsi geçen vokal George Mavros'un ilginç bir ses rengi var. Adam da buradan yola çıkarak (muhtemelen paralanalım biraz mantığıyla) Peter Hesslein'le birlikte stüdyoya girip albüm kaydetme peşine düşüyor. Peter'ın da buna hayır demek gibi bir durumu yok elbet. Para her zaman etkili bir motivasyon aracı. Dediğimiz gibi ses rengi değişik olunca buradan yürünebilir mantığıyla ardı ardına 2 albüm kaydediliyor. Albümler Blues Rock, Hard Rock ve Progressive Rock açılarından düşünüldüğünde oldukça da başarılılar. Lakin bir iki pürüz var tabi.

Konumuz olan bu ilk albümdeki ilk ve en önemli pürüz Whola Lotta Love ile başlaması. Parçayı Led Zeppelin'den ve Robert Plant'in sesinen bilmesek muhtemelen bu versiyon acayip iyi gelirdi. Mavros'un sesi de bu tarz bir parça için yeterince iyi ama olmamış işte. Bazı parçaların cover'ı yapılmamalı çünkü üzerine çıkma şansınız çok yok. Whola Lotta Love da bunlardan biri.

Ardından gelen The Reason Why ile bir anda evren değiştiriyorsunuz ve kendine has bir yanı olan Electric Food müziğine giriş yapıyorsunuz. İlk parçayı iptal edip bununla başlasalarmış bence grup stüdyo projesi olmaktan çıkıp birkaç albüm daha kaydedebilirmiş.

Döneminde de oldukça popüler olan Hey Down, hem sözleri, hem vokali hem de müzikal alt yapısı ile öne çıkıyor. Blues'dan etkilendiğini belli ederek Hard Rock'ın tepesine doğru yol alan bir parça. Tempolu, klavyeleri ile sizi sürükleyen kendi çapında bir başyapıt olarak bile nitelendirilebilir.

Ardından gelen Tavern'ün adına aldanmayın sakın. Gitar riffleri sizi alıp götürüyor bir anda. Solo gitarla birlikte Mavros'un vokalini dinlemek de ayrı bir keyif yaratıyor. Going To See My Mother ise Rock'n Roll'a selam veriyor.

Albümün ikinci pürüzü de House Of The Rising Sun. Yine iyi yorumlanmış ve temposu hızlandırılmış bir versiyon olmakla birlikte bir türlü içimize sinmiyor. Hatta belirteyim The Animals'ın versiyonundan çok çok daha iyi ama alışmışız bir kere. :)

Albümün son pürüzü de sıradaki parça; Let's Work Together. Orijinalini Canned Heat'ten dinleyenler için dinlenmesi oldukça sıkıcı ve gereksiz bir parçaya dönüşmüş. Ne George Mavros'un sesi ne de Lucifer's Friend'in yetenekli müzisyenleri kurtaramamış.

Bu noktadan sonra Sule Skerry ile birlikte gerçekten de etkili parçaların olduğu bölüm başlıyor. Nosferatu, Twelve Months And A Day, Icerose ve I'll Try hepsi birbirinden değişik parçalar. Bu kısımda Uriah Heep, Led Zeppelin, Spooky Tooth izlerine rastlamanız mümkün.

ELECTRIC FOOD

George Monro (George Mavros) / Vokal
Dieter Horns / Bass
Joachim Rietenbach / Davul
Peter Hesslein Gitar, Geri Vokal
Peter Hecht / Klavyeler

ELECTRIC FOOD

01 - Whole Lotta Love 3:23
02 - The Reason Why 3:15
03 - Hey Down 4:27
04 - Tavern 4:02
05 - Going to See My Mother 2:00
06 - House of the Rising Sun 3:52
07 - Let's Work Together 2:40
08 - Sule Skerry 4:38
09 - Nosferatu 4:50
10 - Twelve Months and a Day 2:26
11 - Icerose 2:50
12 - I'll Try 3:10

6 Eylül 2022 Salı

The Savage Rose / The Savage Rose (1968)

Psychedelic Rock
'ın Avrupa'daki en önemli temsilcilerinden biri de The Savage Rose. Danimarkalı grup Flower Power'ın patladığı günlerde, özellikle Avrupa'nın gençlik açısından çalkantılı döneminde kuruluyor. Anders ve Thomas Koppel adındaki müzikal anlamda oldukça yaratıcı 2 kardeş gruba öncülük ediyor. Müzikal türleri Psychedelic Rock olsa da Jazz Rock'tan Progressive Rock'a uzanan geniş bir yelpazede, yaptıkları albümleri besliyorlar.

Ama grubun en önemli tarafı hiç kuşkusuz vokali. Annisette, gelmiş geçmiş en iyi kadın vokaller arasında gösteriliyor, hem de Janis Joplin, Inga Rumpf gibi isimlerle birlikte. Gerçekten de etkili ve insanı derinden etkileyen bir sese ve yorum tekniğine sahip. Çoğu zaman albümleri dinlerken müzikal alt yapıyı kaçırıp Annisette'in sesine odaklanmış bulabilirsiniz kendinizi.

Thomas Koppel'in grupta Klavsen çalan Ilse Marie ile evli olduğunu, sonra boşanıp Annisette ile evlendiğini de belirtelim ki blog'un magazinel yönü olduğu da ortaya çıksın. Yine küçük bir not olarak, yıllar önce ülkemizde Grup Yorum üyelerinin yargılanmaları (bilmem kaçıncı yargılanma tabi) sırasında dayanışma amacıyla gelip, bununla yetinmeyip Grup Yorum'un 1989 tarihli Cemo (ki nasıl bir sıkıntıysa artık, 2011 yılında bile Cemo 1 kez daha yargılanmıştı) albümüne 1 şarkı ile konuk oluyorlar. Stien I Bjerget isimli parça aslında Ali Baran'a ait ve Çiyayê Bilind Warê Meye ismiyle biliniyor. 

Son bir eklemek yapmazsak da olmaz. The Savage Rose bir albümünde de Nazım Hikmet'in İbrahim'in Rüyası isimli şiirini besteleyip Danca söylüyor. Direkt olmasa da dolaylı yoldan grupla bağlantımız epeyce varmış.

Dönemin verdiği coşkudan kaynaklı olacak ki bu ilk albüm The Savage Rose gerçekten de takdir edilesi 11 parça içeriyor. Başta da bahsettiğimiz gibi pek çok tür ve tarzdan esintiler hissettiren albümle ilgili sürprizi kaçırmamak adına yorum yapmıyoruz ama "Her Story'de Annisette'in vokaline dikkat edin!" demek de boynumuzun borcu.

THE SAVAGE ROSE

Alex Riel / Davul
Jens Rugsted / Elektrikli Bass
Flemming Ostermann / Gitar
Ilse Maria Koppel / Klavsen
Anisette Hansen / Vokal
Anders Koppel / Org
Thomas Koppel / Piyano

THE SAVAGE ROSE

01 - Your Sign/My Sign 3:10
02 - Open Air Shop 5:40
03 - You Be Free 1:25
04 - Oh Baby Where Have You Gone 2:10
05 - A Girl I Knew 4:40
06 - Everybody Must Know 3:56
07 - Savage Rose 2:40
08 - Her Story 4:37
09 - White Swans Marriage Clothes 2:25
10 - Sleep 1:57
11 - You'll Be Alright 3:18

5 Eylül 2022 Pazartesi

After Tea / After Tea (1970)

Hollanda
hem boyut hem de nüfus olarak fazla büyük olmasa da müzikal çeşitlilik konusunda gayet iyi durumda. Oradan çıkan pek çok grubu / müzisyeni severek, beğenerek dinliyoruz. After Tea'yi de bu çeşitliliğe dahil edebiliriz. Bir yandan Pop gibi görünseler de diğer yandan fena halde değişik tarz ve türleri içinde barından albümlere imza atmayı başarabilmişler.

1967 yılında, dönemin popüler gruplarından biri olan (ama bizim ilgimizi hiç çekmeyen) Tee-Set'ten ayrılan Ray FenwickHans van Eijck ve Polle Eduard tarafından kurulmuş. Aynı grupta çalmanın verdiği avantajla gruba dahil olan diğerlerini de etkileyerek iyi bir elektrik yakalamışlar. Gruptan ayrılanlar, dışarıdan gelenler filan da olmuş elbet. Ki bunlardan biri de adını daha sonra Focus ile duyacağımız Pierre Van Der Linden. Gerçi grupta çok fazla kalmamış Van Der Linden ama müzikal olarak az da olsa etkilemiş After Tea'yi.

Çıkardıkları ilk iki albüm hem kaliteli işler olurken hem de ortalamanın üzerinde bir başarı elde etmiş. Konumuz olan üçüncü albüm ile de Her iki albümün toplamından daha kaliteli bir işe imza atmışlar. Progressive Rock'ın kenarından geçerken Blues'dan ağır şekilde etkilenen bir müzikleri var. Oldukça sertler. Bazıları dinlediğinde hiç düşünmeden Hard Rock grubu olarak bile adlandırabilir. Müzikal çeşitlilikleri dolayısıyla sınıflandırmak oldukça güç After Tea'yi. Ama o sınıflandırma sınırlarını kaldıralı da çok oldu zaten. Yine de illa ki bir türe dahil etmek gerekirse Blues Rock, After Tea için en iyi tanımlama olacaktır.

İlk başlarda Beat Rock grubu olarak kurulduklarını düşünürsek kat ettikleri mesafe oldukça fazla. Albümün orijinal parça listesi You've Got To Move Me ile başlıyor. Parça klasik müzikten beslenen bir girişe sahip. Hemen ardından ise Hard Rock'a evriliyor.

I'm Here sıkıcılıktan uzak ama insanı çabucak ele geçiren bir yapıya sahip değil. Parçayı dinlerken beğeniyorsunuz ama bir türlü ısınamıyorsunuz. Someday ise vokalin öne çıktığı ilk andan itibaren ilginizi çekiyor. Gitarlar bu tarz bir parça için oldukça iyi. Let's Come All Together, pürüzsüz bir gitar ile başlıyor ve albümün en iyi Blues örneğine dönüşüyor. Bir anda kesilen ritimler sizi en başa götürüp sonra başka yerlere savuruyor.

Albümün son parçası Trial / Punishment / The End ise canlı kaydedilmiş enfes bir dinlencelik. After Tea bütün yeteneğini ve zenginliğini bu parçada ortaya koyuyor. 25 dakikalık parçanın bitmemesini ister duruma geliyorsunuz. Parçada pek çok türden etki bulmak olası. Her dinleyişinizde de yenilerini keşfediyorsunuz.

AFTER TEA

Polle Eduard / Bass
Ferry Lever / Gitar
Ulli Grün / Org
Ilja Gort / Davul

AFTER TEA

01 - You've Got to Move Me 5:19
02 - I'm Here 3:35
03 - Someday 4:08
04 - Let's Come All Together 5:52
05 - Trial / Punishment / The End 24:58

4 Eylül 2022 Pazar

Nekropsi / Mi Kubbesi (1996)

Necropsy
adıyla yayınlanan ilk demoları olan Speed Lessons Part I ile dönemin metal camiası tarafından yanlış anlaşılarak büyük tepki toplamış, (kime neyin dersini veriyorsunuz demiş, henüz 10 sene kadardır var olan bir camianın ağaları paşaları) ardına 4 sene sonra isimlerini Türkçe okunuşlu Nekropsi’ye, tarzlarını da büyük oranda bizim havalardan harmanlı bir senteze dönüştürerek kaydettikleri ilk albümleri Mi Kubbesi ile yine aynı güruhun büyük saygısını kazanmış nadide bir grup Nekropsi. (asıl dersi böyle vermiş babalar)

Albüm neredeyse tamamında denk geleceğiniz cleane yakın crunch tonlardaki gitar partisyonlarına sahip Crying Game ile açılışı yapıyor. Tüm enstrümanların atak halinde olduğu, harmonilerin birbirini kovaladığı, kategorize etmenin de pek zor olduğu - gitarların bağlama gibi tınıladığını da işin içine katarsak- bu tarz ile albüm boyunca bir kaç parçada daha karşılıyoruz. (Efsane ve Ateis bunların en belirginleri) Bu arada albümün miksajından da anlaşılabileceği üzere parçalar farklı zamanlarda kaydedilmesine rağmen, parça diziliminde bütünlük çok başarılı korunmuş ve ilk beş parçadaki enerji tüm albüme paylaştırılmış. Ve evet ilk beş parçaya gelirsek, (itiraf zamanı) albümü ilk dinlemeye başladığımda altıncı parçaya geçmeme engel olacak kadar yoğun ve etkileyici gelmişti de anca bir kaç hafta sonra albümü tamamlayacak kıvama gelebilmiştim. (biraz o dönemki mevcut müzikal anlayışım ve kavrama yetimle de alakalı olabilir tabi)

Bu arada Cevdet Erek’in albüm için yazdığı kısa hikayedeki metoforlardan hareket edersek albümün altıncı parçası Derinlik ile mevzunun derinleştiğini düşünmek de mantıksız değil. Zira parça kaotik açılışı sonrası tıpkı okyanusun derinliklerine indiğinizi hissedeceğiniz flanger ve delay kombinli gitarları ile soft jazz hissiyatıyla kapanış yapıyor. Dımlı Mi ve Lim, ağırlaşan tempo ve kararan atmosferlerine rağmen gubun yine rahat durmadığı anlar içeren, ağır toplardan saymasınız da bütünlüğü sağlayan parçalar.

Delicesine hızlı davulların üzerine yürüyen bağlamayı andıran gitar melodisiyle John Zorn işlerini andıran Hindu sonrasında iyice sertleşen ve karanlıklaşan albüm, Yollar ile Son’ a yaklaşıp 41 ile kapanışını yapıyor. (tabi bu benim gibi saplanıp kalmaz da altıncı parçaya geçerseniz şahit olacağınız bir durum) Bu arada daha önce isimlerini duymama rağmen (Kurban’dan Kerem Tüzün’ ün katılması ile ilgili haberlerini okuduğumu bile hatırlıyorum) grubun müziği hakkında hiç bir bilgim yoktu da Hiçbaymaz sağolsun “sen seversin bunu” diyerek dinletmişti. Hatta bir kaç hafta sonra da beraber Peyote’de canlı izlemiştik. (2007 ortası gibi olmalı)

NEKROPSİ

Cem Ömeroğlu / Gitar, Vokal
Cenk Turanlı / Bass, Perdesiz Bass, Vokal
Cevdet Erek / Davul, Vokal, Darbuka, Bendir
Tolga Yenilmez / Gitar, Vokal, Efektler, Sample, Bass, Perdesiz Bass, Kemençe, Yaylı Bass, Bağlama

Mİ KUBBESİ

01. Crying Game (2:43)
02. Fok (4:43)
03. Efsane (6:29)
04. Çarsı (1:15)
05. 94 Kor (2:58)
06. Derinlik (5:49)
07. Dımlı Mi (6:26)
08. Lim (2:07)
09. Hindu (2:19)
10. Çarklar (5:20)
11. Ateis (2:46)
12. Göç (5:20)
13. Kubbealtı (0:32)
14. Yollar (8:39)
15. Son (5:11)
16. 41 (9:35)


ICG