14 Eylül 2022 Çarşamba

Paul Kossoff

İnsanları öldükten sonra hatırlamak kadar kötü bir şey varsa o da öldüğü gün anmaktır diye düşünüyorum. Bunun yerine doğduğu günü temel almak daha doğru bir davranış olur sanırım. Paul Kossoff, bugün yani 14 Eylül'de doğanlardan biri. Black Cat Bones ile başlayıp Free ile devam eden, Back Street Crawler ile noktayı koyan İngiliz gitarist. Heyecanları, hayal kırıklıkları, yeteneği ve kaliteli işleri ile öne çıkan Kossoff kısa süren ömrüne pek çok başarılı albüm sığdırmış.

14 Eylül 1950'de Hampstead, İngiltere'de doğuyor. Kendini bulmaya çalıştığı yıllarda, 9 yaşındayken radyoda The Shadows dinliyor ve müziğe olan ilgisini keşfediyor. Ailesi de durumun farkına varınca ona Blanche Monroe'dan klasik gitar dersleri aldırıyor. 6 yıl süren bu eğitimin ardından gitardan uzaklaşıyor. Ama tam da o sıralarda başka bir şey oluyor; "Yeniden çalmaya başlamam için gerekli olan ilk gerçek ilhamı Eric Clapton ve John Mayall’ı küçük bir klüpte çalarken gördüğümde aldım. Clapton’ın kim olduğunu ya da neler dönüp bittiğini bilmiyordum. Ama kulüpteki insanlar ona “Tanrı, Tanrı” diye bağırıyorlardı. Gerçekten dikkatimi çekti ve gitar çalmaya devam etmek istedim. Klasik gitar eğitimimin el becerisi kazanmam dışında bu müzikle hiçbir ilgisi olmadığını gördüm. Clapton’dan sonra ilgim daha da arttı. Ondan Peter Green, B.B. King ve Freddie King’e  geçtim ve sonra işin özüne, ruhuna indim; Otis Redding, Ray Charles. Green ve Clapton hem çok yetenekli hem de güçlü çalıyordu. Clapton, olmak istediğim her şeydi.  Long John Baldry’i de severdim, Rod Stewart da o günlerde iyiydi. Jeff Back’in grubuyla görmüştüm Stewart’ı ve çok etkilenmiştim. O sıralarda Black Cat Bones adında bir Blues grubu kurdum. Ama grup dağıldı çünkü Simon Kirke ile başka bir grup kurmak istemiştim.."¹

Clapton'dan fazlasıyla etkilendikten sonra hayatı müzik oluyor Kossoff'un. Kendisinin de bahsettiği üzere Black Cat Bones grubunu kuruyor. Grupla çok fazla kayıt yapıyorlar ama bu kayıtlar uzunca bir süre yayınlanmıyor. Zaten Simon Kirke ile tanışmasından sonra müzikal anlayışı grubunkiyle farklılaşıyor. Kirke ile birlikte bir grup kurma fikri ona daha cazip geliyor. O sıralarda bir gitar dükkanında çalışırken başına gelen bir olay Kossoff'un hayatında büyük iz bırakıyor. Steven Rosen'ın 1976 yılında Guitar Player dergisi için yaptığı röportajda bu olayı şöyle anlatıyor; . "On beş ya da on altı yaşımdayken, Hendrix İngiltere'ye ilk kez Chas Chandler [Hendrix'in menajeri] ile geldi. Bir keresinde müzik dükkanlarını dolaşıyordu ve ben onlardan birinde çalışıyordum. O dükkanda, bir şey alan siyahi biri varsa, satış sayfasının üstüne “C” koyarlardı. Bir gün Chas ile Jimi geldi. Dürüst olmak gerekirse Hendrix acayip görünüyordu ve gerçekten kötü kokuyordu. İçeri ilk girdiğinde, herkes “Aman Tanrım!” demeye başlamıştı. Dükkanda Sola gerilmiş gitar yoktu, bu yüzden sağ el için kullanılan Strat'ı aldı ve çevirdi, böylece Mi teli en altta kaldı. "Little Wing"deki gibi bazı akorları çalmaya başladı ve hepimiz ona bakarak duyduğumuza inanamadık. Bu bir daha başımıza gelebilecek bir şey değildi bu nedenle herkes onun etrafında takılıyor, kokuya ve her şeye katlanıyordu. Hiçbir şey satın almadı ama onu görmek bile beni gerçekten heyecanlandırmıştı; Onu ölümüne sevdim. O benim kahramanımdı ve hala benim kahramanım olmaya devam ediyor."²


Ardı ardına yaşadığı bu heyecan verici durumlardan sonra daha da netleşiyor kafasındaki grup fikri. Simon Kirke'nin tanıdığı bir grubu dinlemeye gidiyorlar ve grubun vokali olan Paul Rodgers ile tanışıyorlar. Rodgers'ın sesine hayran kalıyor Kossoff. Enstrümanı ve çalma stilini ilkel buluyordu kendince ama Rodgers'ın sesiyle fena halde uyum sağlamış olmasına seviniyordu.³ Ekipte tek eksik kalmıştı, o da bass gitaristti. Ama aramalarına gerek bile kalmadan Andy Fraser gruba dahil oldu. Fraser, 15 yaşındaydı ve John Mayall'ın grubundan yeni ayrılmıştı. Her açıdan uyumu yakalamışlardı, bu ileride yapacakları albümlerde büyük avantaj sağlayacaktı. Londra'da 1968 yılıydı ve grubun adı da konulmuştu artık; Free.

İlk albümü kaydettiklerinde Fraser 15, Kossoff 17, Rodgers ve Kirke ise 18 yaşındaydılar. Free bir anda başarılı bir ivme yakalamıştı. Birbiri ardına kaydedilen albümler ve çıkılan konserler, grubun pek çok insan tarafından tanınmasını da sağlamıştı. İlk iki albüm ticari başarı elde edemese de üçüncü albüm Fire And Water ile birlikte işler değişmişti Free için. Çünkü albümün ve belki de Free'nin en iyi hiti All Right Now ortaya çıkmıştı. Sadece bu şarkı yüzünden 1970 yılı Isle of Wight Festivali'nde 600.000 kişinin önünde konser vermişlerdi. Ama tek başarısı da bu değildi All Right Now'ın. Radyolarda 2.000.000'dan fazla kez çalınmış, 45'liği 1.000.000 satan 45'likler listesine girmişti.

Ama dördüncü albüm Highway ile Free'de sarsıntılar çıkmaya başlamıştı. Fraser ve Rodgers arasındaki sorunlar ön plana çıkmış, Kossoff ve Kirke bundan fazlasıyla etkilenmişti. Kaydedilen konser albümünün ardından Free dağıldı. Kossoff ve Kirk, Tetsu Yamauchi ve John "Rabbit" Bundrick ile birlikte Kossoff, Kirke, Tetsu & Rabbit albümünü kaydettiler. Sonra son bir hareket yaptılar ve aynı ekip Free'nin son albümü Heartbreaker'ı kaydetti. Ama bu grup için yeterli olmadı ve dağıldılar.

Kossoff yerinde durmadı ve Back Street Crawler adında bir solo albüm yaptı. Albüm başarılıydı. Bundan destek alarak Back Street Crawler grubunu kurdu ve iki albüm kaydetti. Tüm bunlar olurken Paul Kossoff uyuşturucu ile fazlasıyla haşır neşirdi ve sağlık sorunları baş göstermişti. 15 yaşından beri kullandığı uyuşturucular bedenini etkiliyordu artık. Zaten Free'nin dağılmasından beri bir türlü mutlu olamıyordu. Sahneye çıkmış, albümler kaydetmiş, yeni bir grup bile kurmuştu. Ama Free onun için başka anlamlar ifade ediyordu.

Kossoff bunlara çok fazla dayanamadı ve 19 Mart 1976 yılında damar tıkanıklığına bağlı kalp krizi sonucunda öldü. Ölümü bile normal bir yerde olmamıştı, Los Angeles'tan New York'a giden uçakta hayata gözlerini kapadı. Bedeni İngiltere'ye getirilip krematoryumda yakıldı. Mezarında adının, doğum ve ölüm yıllarının yanında sadece şu yazıyor: All Right Now.


¹ Steven Rosen, Guitar Player, Temmuz 1976
² Steven Rosen, Guitar Player, Temmuz 1976
³ Steven Rosen, Guitar Player, Temmuz 1976

The Norman Haines Band / Den Of Iniquity (1971)

1965
yılında Birmingham'da kurulan Kansas City Seven adından da anlaşılacağı üzere 7 kişilik bir kadroya sahip. Grupta bilinen tek isim ise Chris Wood. Tabi o aralar hepsi müzik heveslisi gençler ve Wood da henüz tanınmıyor. Yaptıkları müziği biraz daha ileri götürebilmek adına grubun adını The Locomotive olarak değiştirip enfes güzellikte canlı performanslar sergiliyorlar. Ama Chris Wood, Traffic'e katılmak için ayrıldığında grubun diğer elemanları da teker teker kendi yollarını çiziyorlar. Orijinal gruptan sadece Jim Simpson kalıyor ve o da The Locomotive'i devam ettirmek için gruba Norman Haines, Jo Ellis gibi isimleri dahil ediyor.

The Locomotive oldukça başarılı bir albüm kaydediyor ama ayakta kalamıyor. Dağılan grubun hemen ardından Norman Haines, The Norman Haines Band'i kuruyor. The Locomotive'de klavyesiyle bir hayli ön plana çıkan Haines, kendi adını taşıyan grubuyla kaydettiği albümde de aynı şekilde konumlandırıyor kendini. Aslında hiç de yanlış bir seçim olmuyor bu. Çünkü Haines klavye konusunda gerçekten çok iyi ve yaratıcı.

Kaydettikleri albüm Den of Iniquity, önceki grubun izlerini taşısa da daha iyi bir sound içeriyor. Hatta The Locomotive'in hitlerinden biri olan Mr. Armageddon'un nefis ve gelişmiş versiyonu da bulunuyor bu albümde. Her iki albümü dinlediğinizde "aynı günlerde kaydedilmiş" izlenimi yaratsa da konumuz olan albüm biraz daha öne çıkan bir albüm oluyor.

Progressive Hard Rock ya da daha iyi bir tanımla Heavy Progressive Rock olarak adlandırabiliriz albümü. Ama Den of Iniquity'de pek çok türün açık izlerine rastlamanız da mümkün. Çeşitlilik o kadar fazla ki albümü fazlasıyla dağılmış gibi düşünebilirsiniz en başında. Dinledikçe bunun doğru olmadığını, Hard Rock, Folk, Psychedelic, Blues ve diğerlerinin, birbirleri içinde eriyip konsept bir albüm kıvamına geldiğini bile fark edebilirsiniz. Albümün son iki parçası Rabbits ve Life is so Unkind sizi oldukça şaşırtıyor. Özellikle bu iki parçada başta Norman Haines olmak üzere grubun diğer üyelerinin de enstrümanlarına ne kadar hakim olduklarını ve onları ne kadar yaratıcı şekillerde kullanabildiklerine tanık oluyorsunuz.

THE NORMAN HAINES BAND

Neil Clark / Gitar
Andy Hughes / Bass, Vokal
Jimm Skidmore / Davul
Norman Haines / Org, Piyano, Vokal

DEN OF INIQUITY

01 - Den of Iniquity
02 - Finding My Way Home
03 - Everything You See (Mr Armageddon)
04 - When I Came Down
05 - Bourgeois
06 - Rabbits
        a) Sonata (For Singing Pig)
        b) Joint Effort
        c) Skidpatch
        d) Miracle
07 - Life Is so Unkind
        a) Moonlight Mazurka
        b) Echoes of the Future

13 Eylül 2022 Salı

21. Peron / 21. Peron (1977)

Milliyet
gazetesinin 1967 yılında düzenlemeye başladığı liselerarası müzik yarışmalarında boy gösteren genç gruplar sayesinde müziğimizin batı müziği ve özellikle rock ile etkileşimi artmış, dolaylı da olsa Unkapanı’nın müziğimizin gelişimine vurduğu ket de bir nebze yıkılmış. İşte 21. Peron da 1970 yılından itibaren katıldıkları bu yarışmalardan birbirlerini tanıyan Andreas Wildermann (klavye) ve Haluk Öztekin (gitar)’in yanlarına kattıkları Seyhan Eriş (gitar), Aron Serez (bass), Halil Yıldırım (davul) ve Alp Gültekin (keman) ile 1973 yılında kurularak, İzmir - Bornova’da çalışmalarına başlamış.

Yine Unkapanı sağ olsun (!) Anadolu Rock / Pop tıpkı günümüzde olduğu gibi saf rock dinleyicileri tarafından 70’lerde de hakir görülür oluşundan kaynaklı, müziklerinde bizden ezgileri bestelerini domine edecek şekilde değil bütünlüğü sağlayan motifler olarak kullanmayı tercih eden grup, Yes, Genesis, Gentle Giant etkileşimlerini cesurca sergilemekten geri durmamış. Hem enstrüman hakimiyeti hem de beste kabiliyetleri ile psychedelic’ten senfoniye uzanan tarzlarını; dönemin gruplarının yoğunluklu gitar, bass, davul ile sınırlı kalan unison  bestelerindeki kolaycılığa kaçmadan üzerine ciddi zaman harcadıkları, senkopların ve kontrapuanların havada uçuştuğu klasik batı esintileri ile harmanlamışlar.

Grup 1975’de isimlerini duyurmalarına ön ayak olacak dönemin müzik program yapımcıları Ümit Tunçağ ve İzzet Öz’ün desteklerini alarak aynı sene bu albümün ilk bölümü oluşturan parçaları canlı olarak 2 kanallı teybe kaydettiler. Ne miksleme, ne de hata yapma imkanları olmamalarına rağmen ortaya çıkan sonuçlar muazzam. (remaster işlemlerini kaset kayıtlarından yapmış olmaları da cabası) Tüm enstrümanların ve partisyonlarının bütünde yarattığı hissiyatın tarifinin zorluğunu geçtim, üzerinden geçen bunca yıla rağmen aynı havayı yakalayan grup sayısının bir elin parmaklarını geçmediği gerçeği hala baki.

İkinci bölüm, 1977 yılında ŞAT yapım stüdyolarında kayda aldıkları hem prodüksiyon kalitesi hem de ilk bölümü aratmayacak besteler ile bütünlüğünü hiç bozmadan devam ediyor. Tüm ekibi (neredeyse) net olarak duyabileceğiniz bestelerde solo enstrüman olarak sıra dışı biçimde Keman / Viola seçimi (ilk bölümde de böyle bu arada), bizden esintileri neden bu kadar iyi yansıtabilmiş olduklarının sonucu sanırım. Bu arada tamamı enstrümental olan yapıyı tek bozan parçanın da bu bölümde bulunması ve bunun nedenini hala “anlayamıyor” oluşum benim kaz kafalılığımdandır herhalde.

Memleketimizin müzik sohbetlerindeki kaçınılmaz “Ah başka ülkede olsalar, dünyaca ünlü olurlardı” eşiğine mutlaka meze edilmiş bir grup 21. Peron fakat saf Progressive Rock anlamında maalesef bu albümleri dışında adından bahsedebileceğimiz bir albümleri yok. Yaşadıkları türlü talihsizlikler (Eurovision ve darbe gibi) ve dönemin müzikseverleri tarafından anlaşılmamalarının sonucunda da “daha dinlenebilir şeyler lazım” diyerek uzaklaştıkları köklerine (tam anlamıyla) dönememelerini yadırgıyor olsam da yeniden toparlanıp yaptıkları besteleri ile günümüz gruplarına göre (hala) epeyce orijinal duruyorlar.

21. PERON

Andreas Wildermann / Org, Piyano
Haluk Öztekin / Gitar
Seyhan Eriş / Gitar
Aron Şerez / Bass
Halil Yıldırım / Davul
Alp Gültekin / Keman
Erden Erdem / Davul
Gökhan Akçay Bass, Vokal

21. PERON

01 - Anne 7:27
02 - 18400 TL 6:59
03 - F.M.O. ( Film Müziği Olabilir ) 2:49
04 - Petruşka 5:20
05 - Çocukluk Anılarım 4:13
06 - İnilti 2:44
07 - Beş 3:27
08 - Şarap Mahzeninde Gece2:39
09 - F.M.O. ( Film Müziği Olamadı ) 3:21
10 - Arap Bebeğin Dansı 5:04
11 - Anlatamıyorum 3:17
12 - Köy Düğünü 2:57


12 Eylül 2022 Pazartesi

Black Widow / Sacrifice (1970)

Kişisel olarak en sevdiğim gruplar ve albümler listesinde her daim ilk onda kendine yer bulan Black Widow ve Sacrifice, hak ettiği yeri bir türlü bulamamışlar listesinde de ilk sıralarda yer alır. Müzikal anlayışlarının kalitesi ortadayken bir türlü olması gereken başarıyı yakalayamamaları sıklıkla saçma gelse de onca yılın ardından söylenmek dışında pek bir şey yapamıyoruz maalesef.

1966 yılında Leicester, İngiltere'de Pesky Gee adıyla kuruluyor grup. 1969 yılına kadar pek çok yerde sahne alıp deneyim kazanıyorlar. Bu arada grubun 3 yıllık gitaristi Chris Dredge ayrılıyor ve yerine Jim Gannon geliyor. Hemen ardından Pesky Gee'nin ilk ve tek albümü Exclamation Mark kaydediliyor ve bu kez de vokal Kay Garrett grubu bırakıyor. Kalanlar biz bu işin daha iyisini de yaparız mantığıyla yola devam kararı alıyorlar. Ama isim değişikliğine gidiyorlar ve Black Widow ortaya çıkıyor.

Zaten başarılı bir albüm kaydettikleri için kendilerine yapımcı bulmakta zorluk çekmiyorlar. Yeni albümün kayıtları başlıyor. Satanik ve okült sözler içeren enteresan liriklere sahip parçalar yapıyorlar. Albüm yayınlandığında hiç de haklı olmayan bir şekilde Black Sabbath ile karşılaştırılıyorlar. Hatta hem grubun ismi hem de parçalardaki sözlerden dolayı Black Widow'un Black Sabbath taklidi olduğu eleştirileri bile yapılıyor. Ama dinleyen herkesin rahatlıkla çözümleyebileceği üzere aralarında benzerlikle olsa da bahsi geçen iki grubun da, bu gruplara ait sözlerin de birbirinden çok farkları var. 

Ama o dönem için bu yeterli gelmiyor ve yapımcılar Black Widow'un sonraki albümlerinde tarz değişikliğine gidilmesini mecbur kılıyor. İlk albümle satanist damgası yedikleri için bunun ticari açıdan sorun doğuracağını düşünüp grubun müziğini daha Progressive Rock ve Hard Rock birleşimine çevirtiyorlar. Bu karar diğer albümlerden de anlaşılacağı üzere çok yanlış bir seçim olmamakla birlikte, ilk albümünde devamında gelebilecek okült yaklaşımı daha farklı ve değişik bir Black Widow'la da karşı karşıya bırakabilirdi bizi.

Psychedelic Rock ve Folk'tan beslenen ama nihayetinde Heavy Progressive Rock olarak adlandırılan türe dahil edebileceğimiz Sacrifice'ta her bir parça kendi çapında bir başyapıta dönüşüyor. Melodik olarak popülerleşen ve akılda kalan gibi düşünüldüğünde albümün baş yapıtlıkla tabi ki alakası kalmıyor ama aradığımız şey de Steve Miller Band'in Serenade'ı gibi parçalar değil sonuçta. Kendi yapısını oluşturan, çeşitlemeleri fazlalaştıran, oradan oraya sürüklenen parçalardan bahsediyoruz.

Albümdeki müzik aleti çeşitliliğinin verdiği avantajla çok güçlü ve sıradan olmaktan uzak parçalarla oluşturulan atmosfer oldukça etkileyici. Müziği vücudunuzun her yerinde hissediyorsunuz.

BLACK WIDOW

Bob Bond / Bass
Clive Box / Davul, Vurmalılar
Jim Gannon / Lead Gitar, İspanyol Gitar, Vibraphone
Clive Jones / Flüt, Saksofon, Klarinet
Jess "Zoot" Taylor / Org, Piyano
Kip Trevor / Vokal

SACRIFICE

01 - In Ancient Days 7:40
02 - Way to Power 3:58
03 - Come to the Sabbat 4:56
04 - Conjuration 5:45
05 - Seduction 5:38
06 - Attack of the Demon 5:37
07 - Sacrifice 11:10

11 Eylül 2022 Pazar

Nihat Örerel Röportajı

Araya YouTube'da tesadüfen rastladığımız bir röportajı da alalım istedik. Röportaj, Gökhan Aya tarafından 14 Mayıs 1998 tarihinde Açık Radyo'da yapılmış. Aslında röportaj demek de çok doğru olmayabilir. Sohbet havasında geçen, Deep Purple'ların, Vanilla Fudge'ların, Bunalım ve Silüetler'in havada uçuştuğu bir radyo programı. Konuk ise 70'lerin efsane davulcularından Nihat Örerel. Belgesel tadında olmasa da hem Örerel hem de dönemin Rock müziği açısından ilgi çekici ve iştah kabartıcı bir muhabbet.

Gringo / Gringo (1971)

Sık sık bahsi geçtiği üzere, 70'lerde özellikle Progressive Rock gruplarının bir kısmı tek albümlük gruplar olarak kalıyor. Bu başarısız ya da kalitesiz olmalarından çok ya kişisel sorunlar ya da tarz uyuşmazlıkları gibi sebeplerden kaynaklı. Gringo da bu gruplardan biri. Dağılmaları, grup elemanlarının farklı yönlere gitmek istemeleriyle alakalıydı.

1968 yılında Somerset, İngiltere'de kurulan grubun ilk hali The Toast adını taşıyordu. Pek ilgi çekici ve iyi bir isim olmamakla birlikte o zaman için de oldukça yeterliymiş. 3 kişi olarak kurulan grubun ilk başarısı BBC 2'de yayınlanan Colour Me Pop programı için 8 parça kaydetmek oldu. Kaydın yayınlanmasından sonra kendilerinin de beklemedikleri bir ilginin odağı oluyorlar ve yoğun konser programına başlıyorlar. 1969 yılına geldiklerinde başarının farkına varan CBS, The Toast ile 45'lik anlaşması imzalıyor. Çıkan 45'lik de başarı getiriyor. Ticari olmasa da en azından kaliteli bir grupla karşı karşıya kalındığını gösteriyor.

Grup, yola devam etmek için bir kadın vokale ihtiyaç duyduklarını düşünüyor ve seçme düzenliyorlar. Seçmelerin sonunda İrlanda doğumlu Annette Casey'i gruba dahil ediyorlar. Herkes benim gibi düşünür mü bilmem ama bu İrlandalı kadın vokaller gerçekten de etkili ses ve yorumlara sahipler. Annette de bunu boşa çıkarmıyor ve gerçekten kaliteli yorumlara imza atıyor.

Bir süre sonra The Toast ismiyle devam etmenin doğru olmayacağına karar veriyorlar. Çünkü ortamda grup sayısı da albüm sayısı da fazlalaşmış. Ortalıkta Progressive Rock albümlerinden geçilmez duruma gelmiş. Bu noktada grup elemanları The Toast'un yorgun ya da bıkkın bir rutine saplanıp kaldığını fark ediyorlar. İsimlerini de "ilerici müziğin sunduğu yeni özgürlükleri keşfetmeye hevesli Gringo" olarak değiştiriyorlar.

Bir yandan devam eden konserlerin yanında kendi parçalarının son hallerini oluşturmaya başladıklarında yıl 1971'di. MCA ile albüm anlaşması imzalamışlar ve daha da ileriye gitmenin peşine düşmüşlerdi. Albüm, 1971 yılının yaz başında, Hollanda turnesini bitirdiklerinde piyasaya sürüldü. Verdikleri konserlerle İngiltere ve Avrupa'da zaten bilinen grubun artık bir albümü de vardı. Kazandıkları bu avantajla Caravan ve Barclay James Harvest ile turneye çıktılar. Turne bitiminde bass gitarist John G. Perry başka bir gruba katılmak için Gringo'dan ayrıldı. Hemen ardından da Casey evlendi. Grup 1972 yazına kadar ayakta kalmaya çalışsa da bunu başaramadı.

İşin ilginç yanı, yapımcılığını John Hiseman'ın üstelenceği, ikinci bir albüm fikri ortada dolaşmaya başlamıştı. Ama o albüm hiç kaydedilmedi.

Albümü belli bir türe ait olarak görmek yanlış olacaktır. İçinde Folk'tan Beat müziğine, Rhtyhm & Blues'dan Jazz'a pek çok etkiyi gözlemleyebiliyorsunuz. Kim bilir, belki de albümü Art Rock olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

GRINGO

Annette Casey (Casey Synge) / Vokal
Henry Marsh / Vokal, Gitar, Klavye
Simon Byrne / Vokal, Davul, Klavye
John G. Perry / Vokal, Bass

GRINGO

01 - Cry the Beloved Country 5:50
02 - I'm Another Man 4:15
03 - More and More 4:40
04 - Our Time Is Our Time 5:00
05 - Gently Step Through the Stream 3:55
06 - Emma and Harry 3:55
07 - Moonstone 4:30
08 - Land of Who Knows Where 4:05
09 - Patriotic Song 5:10

10 Eylül 2022 Cumartesi

Touch / Touch (1969)

Amerika
'nın muhtemelen ilk Progressive Rock albümlerinden biri hatta belki de ilki. Psychedelic Rock'ın fena halde revaçta olduğu, Blues Rock'ın pek çok yeri salladığı West Coast'tan (büyütülecek bir şey değil, Batı Kıyısı sadece) çıkmış tek albümlük bir grup olan Touch ve grupla aynı adı taşıyan enfes albümü.

60'ların başında The Kingsmen adıyla yola çıkıp liste başarısı bile elde eden grubun elemanlarından Don Gallucci kendi grubunu kurmanın peşine düşüyor. Bob Holden ile birlikte Don and the Goodtimes'ı kuruyor. Grup kısa sürede Amerika Pop listesinde 20 numaraya giren bir de şarkı yapıyor ama daha fazla ilerleyemiyorlar. O sıralarda gruba Jeff Hawks ve Joey Newman da katılıyor. Gallucci'nin dediğine göre, 1967 yılı sonlarında The Beatles'ın Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band'ini dinlediklerinde "Titanic'teki şezlongların yeniden düzenlendiği hissine" kapılıyorlar ve devam etmeleri gerektiğine inanıp, en az adı geçen The Beatles albümü kadar iyi bir albüm kaydetmeye karar veriyorlar.

Bu sırada Goodtimes'ı tarihe gömüp bazı eleman değişikliklerine gidiyorlar. Gallucci, Newman ve Hawks sabit kalırken John Bordonaro ve Bruce Hauser Touch'a dahil oluyorlar. Los Angeles'daki Hollywood Hills'de bulunan Mağribi tarzı bir kalede hem yaşayıp hem de albümün parçalarını yazmaya başlıyorlar.

Parçalar bittiğinde kayda giriyorlar ve kayıtlar efsanevi denilebilecek şekilde, parti havasında kaydediliyor. Efsanevi diyoruz çünkü albümün kaydı sırasında stüdyoda bulunan isimlerden sadece bazıları; Jimi Hendrix, Mick Jagger ve Grace Slick. Daha ne olsun?

İşin en kötü tarafı albüm kaydından kısa bir süre sonra grup kişisel nedenlerden dağılıyor. Arkalarında bıraktıkları albümün kalitesinin farkına varabilmiş olsalardı sanıyoruz ki kişisel bütün sebepleri bir kenara bırakırlardı.

Fena halde Psychedelic Rock ve Folk'tan beslenen albümde birbirine benzemeyen ama bir arada durduklarında bir bütünü oluşturabilen parçalar bulunuyor. Konsept bir albüm olduğu söylenemez ama onlardan aşağı kalır yanı da yok Touch'ın. Parçaları dinlerken de belirlenmiş bir melodi üzerine çeşitlemeler beklemek yanlış olur. Başladığı yerde durmayan, bittiğinde başlangıçtan hatta kat ettiği yoldan bile farklı bir yerde duran parçalar bunlar. Albümdeki parçaları keşfetme işini size bırakıyoruz ama ekleyelim, Gallucci'nin klavyesinin öne çıktığı yerlere dikkat edin, sizi farklı evrenlere sürükleyebilir.

TOUCH

Don Gallucci / Klavye, Vokal
John Bordonaro / Davul, Vokal
Joey Newman / Gitar, Vokal
Bruce Hauser / Bass, Vokal
Jeff Hawks / Vokal

TOUCH

01 - We Feel Fine 4:33
02 - Friendly Birds 4:50
03 - Miss Teach 3:22
04 - The Spiritual Death of Howard Greer 9:31
05 - Down at Circes' Place 3:52
06 - Alesha and Others 3:05
07 - Seventy Five 10:58

9 Eylül 2022 Cuma

Eden Rose / On The Way To Eden (1970)

Fransa
'dan tek albümlük bir grup. Progressive Rock ile Jazz Rock arasında gidip gelen, değişik, vokalsiz nefis bir albüm. Bazıları albümü beğenmese de dönemin az önce bahsettiğimiz her iki türü için de oldukça doyurucu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Değişken, bir anda farklılaşan, arada en başa dönüp sonra iyice zıvanadan çıkan bir müziği var Eden Rose'un.

Hikaye 1965 yılında Les Gardians grubuyla başlıyor. Henri Garella, Christian Clairefond ve Henry Castello bu grupla bir araya geliyorlar. Grubun geleceği olmadığını düşünüp yeni bir grup kurmak için ayrıldıklarında tarih 1969'u gösteriyor. Arada yaptıkları, çaldıkları başka müzisyenler var tabi ama çok fazla da etkili işler ortaya çıkmıyor. Grubun adını Eden Rose koyan Castello da bir süre sonra ayrılıyor. Garella ve Clairefond da yanlarına Jean-Pierre Alarcen ve Michel Jullien'i alarak yola devam ediyor.

Albüm kayıtları 1970 yılının Mart ayına başlıyor. Uzun sürmesi planlanan kayıtlar kısa sürede tamamlanıyor. Çünkü grup Paris'teki bir stüdyoda doğaçlama olarak kaydediyor parçaları. Yani albümde dinlediklerimiz aslında canlı kayıtlar. Grubun kurucu üyei Henri Garella'dan kaynaklı olarak parçalarda Hammond çok fazla ön plana çıkıyor ama diğerleri buna itiraz etmiyor. Zira ortaya çıkan kayıtlar gerçekten de hepsini tatmin ediyor.

Bu noktada grup ile yapımcı firma arasında bazı sorunlar çıkıyor. Sorunlar o kadar büyüyor ki grup kendi parçalarının miks çalışmasına katılmayacak kadar ileri gidiyor. İplerin koptuğu nokta da bu oluyor. Eden Rose, albüm piyasaya çıktıktan sonra Fransa turnesine çıkıyor. Arada Cezayir'de filan da çalıyorlar. Ama yapımcının attığı büyük kazığı fark ettiklerinde Eden Rose için her şey bitiyor. Grup elemanları yapımcı ile yaşadıkları sorunlar yüzünden albümden en ufak bir telif ya da başka bir ücret alamıyorlar.

Durumun ağırlığı tüm grup elemanlarını etkiliyor ve dağılıyorlar. Kalitesi her yerinden belli olan böyle bir albümün ve grubun tozlu raflara kaldırılması elbette üzücü. Ama hepsi yoluna devam ediyor.

Albümde favori olarak gösterilebilecek çok fazla parça mevcut. Hatta komple favori bile demek yanlış olmaz. Bazı noktalarda "Hammond bari burada olmasaydı" gibi bir fikre kapılsanız bile parçanın devamında iyi ki de varmış diyorsunuz. Daha sonraları solo albümleri ile de öne çıkan Alarcen'in albümde çaldığı doğaçlama gitarlara da kulak vermek gerekiyor. Hammond'ın darmadağın ettiği her şeyi toplarmış gibi bir edayla girip, her şeyi yoluna koyup sahneyi tekrar Hammond' bırakıyor. Arka arkaya defalarca dinleyip her seferinde de yeni bir şeyler bulabileceğiniz bir albüm On The Way To Eden.

EDEN ROSE

Jean-Pierre Alarcen / Gitar
Christian Clairefond / Bass
Henri Garella / Hammond Org
Michel Jullien / Davul

ON THE WAY TO EDEN

01 - On the Way to Eden 5:09
02 - Faster and Faster 3:03
03 - Sad Dream 4:05
04 - Obsession 5:00
05 - Feeling in the Living 4:15
06 - Travelling 3:24
07 - Walking in the Sea 5:33
08 - Reinyet Number 4:20

8 Eylül 2022 Perşembe

Zen - Bakırköy Akıl Hastanesi'nde Live (1999)

Kırk kat yabancının girip çıktığı bir blog olarak Krautrock, Psychedelic vs derken zaman zaman tereciye tere satıyoruz gibi geliyor. Ama toplumsal basiretsizlikte dünyaca numune bir millet olarak müzikte (ve dahi sanatın pek çok dalında) zamanın ruhunu yakalamakta hep güçlük çekmiş olmamız, bizim havaların bahsini geçirmeyeceğimiz anlamına da gelmez. Kimi yanlış yerde yanlış zamanda bulunarak, kimi de zamanının ötesinde işlere imza atarak yitip gitmiş gruplarımız arasında Zen tıpkı isminin tüm anlamları gibi zamansız ve mekansızlığın temsili olup, her zaman müzik tarihimizin yüz aklarından biri olarak kalacak. Şimdilik trivia yapmaya hiç gerek yok.

1999 yılında (gerçekten) Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde çalmış olmaları kulağa anormal geliyor olsa da orada tedavi gören hastaların da insan oldukları gerçeğini gözler önüne serme misyonunu ziyadesiyle yerine getirmişler. Yaklaşık bir saat boyunca full doğaçlama giden performansları da yağ gibi akıyor.

Oktav gitarlar, pitch shift vokaller ve türlü ilginç sampleları ile kafadan psychedelinin içine girdiğimiz ilk parça, kreşendoyu ateşleyecek (ağırdan ağırdan aranan) gitar rifi bulununca önce sessizleşip ardından o riff ile beraber yükselerek bitiyor. Bu arada grubun doğaçlama formülü yok denecek gibi zira herkes enstrümanlarında büyük usta ve gerekli atmosferi oluşturmak için canla başla çalışıyor. Genelde konuşarak yapılan vokallere kimi zaman Blues tandanslı gitar yürüyüşler kimi zaman da orta doğu oryantali elektro bağlama riffleri eşlik ediyor.

Albüm "arkadaşlarımız oldu buraya girdiler, çıktılar, kaldılar filan....” açılışıyla, Neyzen Teyfik’in bu hastanenin tercihli sakinlerinden biri olduğunu anlattıkları parça ile devam ediyor. Ardına gelen parçada aralarda “Hasta alma, hasta dışlama” diyerek de yine malum felsefe üzerinden inceden inceye dönemin sağlık sistemini güzelliyorlar. Eh olacak o kadar.

Albümün en uzun ve en yoğun parçası Arkadaşım Ateş, muazzam elektro bağlaması ve ona eşlik eden sample ile vokallerin altında müthiş tınılıyor. Hesapsız bir şekilde atağa kalkan parça (davulun ölçü kaçırması) gerçekten ölüyü diriltecek tempoda. Bağlamanın ve bass gitarların yoğunlukta olduğu parçanın son bölümünde o ortamda bulunmayı ne kadar istediğimi tarif edemem.

Tamam Dut Ali, Mazhar Neyzen ve Köpeği ile benzerlik gösteren bir formül, kabul de… Bakırköy Havası’nın doğaçlama olma ihtimalini sorgulamamak mümkün değil. En azından girişteki soloyu önceden yazmışlardır herhalde, di mi?

Kapanış olarak tüm hastaları koğuşlarına uğurlarken, felsefe yapmaktan geri durmayarak dışarıda kaçırdığımız hayatı sorgulamamızı da sağladıkları için ayrıca teşekkürler, Zen.

“Perdeleri açın bakın, dışarıda güneş var güneş”

ZEN

Murat Ertel / Vokal, Elektro Gitar, Elektro Bağlama
Emre Önel / Darbuka, Kastanyet, Sampler, Vurmalılar
Fahri Aykut / Davul
Merih Öztaylan / Vokal, Sampler, Talking Drums, Vurmalılar
William Macbeth / Kontrbas, Bass, Echo, Sampler
Levent Akman / Def, Ziller, Vurmalılar, Sampler

BAKIRKÖY AKIL HASTANESİ'NDE

01 - Bu Dünya Benim Dünyam
02 - Mazhar, Neyzen ve Köpeği
03 - Burda Bizden Başkası Yok
04 - Arkadaşım Ateş
05 - Dut Ali
06 - Bakırköy Havası
07 - Birozdan


ICG

7 Eylül 2022 Çarşamba

Electric Food / Electric Food (1970)

Asterix
'de bahsettiğimiz "normal olmayan bir takım insanlar"'ın bir başka projesi de Electric Food. Aslında proje tamamen Goerge Monro'nun (George Mavros) sesi üzerine kurulu. Kısa ömürlü ama 2 albümlü bir stüdyo projesi. Mavros dışında grubun elemanları Lucifer's Friend'in çekirdek kadrosu. Aynı zamanda German Bonds, Bokaj Retsiem, Booker T. and Family, The Pink Mice ve Asterix'in de kadrosu tabi. Daha fazla grubun çekirdek kadrosu olma ihtimalleri de var ama bizim bildiklerimiz şimdilik bu kadar.

Bahsi geçen vokal George Mavros'un ilginç bir ses rengi var. Adam da buradan yola çıkarak (muhtemelen paralanalım biraz mantığıyla) Peter Hesslein'le birlikte stüdyoya girip albüm kaydetme peşine düşüyor. Peter'ın da buna hayır demek gibi bir durumu yok elbet. Para her zaman etkili bir motivasyon aracı. Dediğimiz gibi ses rengi değişik olunca buradan yürünebilir mantığıyla ardı ardına 2 albüm kaydediliyor. Albümler Blues Rock, Hard Rock ve Progressive Rock açılarından düşünüldüğünde oldukça da başarılılar. Lakin bir iki pürüz var tabi.

Konumuz olan bu ilk albümdeki ilk ve en önemli pürüz Whola Lotta Love ile başlaması. Parçayı Led Zeppelin'den ve Robert Plant'in sesinen bilmesek muhtemelen bu versiyon acayip iyi gelirdi. Mavros'un sesi de bu tarz bir parça için yeterince iyi ama olmamış işte. Bazı parçaların cover'ı yapılmamalı çünkü üzerine çıkma şansınız çok yok. Whola Lotta Love da bunlardan biri.

Ardından gelen The Reason Why ile bir anda evren değiştiriyorsunuz ve kendine has bir yanı olan Electric Food müziğine giriş yapıyorsunuz. İlk parçayı iptal edip bununla başlasalarmış bence grup stüdyo projesi olmaktan çıkıp birkaç albüm daha kaydedebilirmiş.

Döneminde de oldukça popüler olan Hey Down, hem sözleri, hem vokali hem de müzikal alt yapısı ile öne çıkıyor. Blues'dan etkilendiğini belli ederek Hard Rock'ın tepesine doğru yol alan bir parça. Tempolu, klavyeleri ile sizi sürükleyen kendi çapında bir başyapıt olarak bile nitelendirilebilir.

Ardından gelen Tavern'ün adına aldanmayın sakın. Gitar riffleri sizi alıp götürüyor bir anda. Solo gitarla birlikte Mavros'un vokalini dinlemek de ayrı bir keyif yaratıyor. Going To See My Mother ise Rock'n Roll'a selam veriyor.

Albümün ikinci pürüzü de House Of The Rising Sun. Yine iyi yorumlanmış ve temposu hızlandırılmış bir versiyon olmakla birlikte bir türlü içimize sinmiyor. Hatta belirteyim The Animals'ın versiyonundan çok çok daha iyi ama alışmışız bir kere. :)

Albümün son pürüzü de sıradaki parça; Let's Work Together. Orijinalini Canned Heat'ten dinleyenler için dinlenmesi oldukça sıkıcı ve gereksiz bir parçaya dönüşmüş. Ne George Mavros'un sesi ne de Lucifer's Friend'in yetenekli müzisyenleri kurtaramamış.

Bu noktadan sonra Sule Skerry ile birlikte gerçekten de etkili parçaların olduğu bölüm başlıyor. Nosferatu, Twelve Months And A Day, Icerose ve I'll Try hepsi birbirinden değişik parçalar. Bu kısımda Uriah Heep, Led Zeppelin, Spooky Tooth izlerine rastlamanız mümkün.

ELECTRIC FOOD

George Monro (George Mavros) / Vokal
Dieter Horns / Bass
Joachim Rietenbach / Davul
Peter Hesslein Gitar, Geri Vokal
Peter Hecht / Klavyeler

ELECTRIC FOOD

01 - Whole Lotta Love 3:23
02 - The Reason Why 3:15
03 - Hey Down 4:27
04 - Tavern 4:02
05 - Going to See My Mother 2:00
06 - House of the Rising Sun 3:52
07 - Let's Work Together 2:40
08 - Sule Skerry 4:38
09 - Nosferatu 4:50
10 - Twelve Months and a Day 2:26
11 - Icerose 2:50
12 - I'll Try 3:10